Fotoğraf çok yakında buraya eklenecek...

BAŞKASI

“BAŞKASI”

Emmanuel Levinas’ın “başkası” dediği biri var. “O” veya “diğeri” de denebilir.

‘Beriki’nin yok saydığı, onunla aynı ülkede bile bulunmak istemediği “başkası”…

O eğer “başkası” ise onun taraftan bakınca sen de “diğeri” ya da “öteki” oluyorsun.

Sen taze fasulyenin yoğurtlanmasından hiç hoşlanmayabilirsin ama o buna bayılabilir.

Sen eve “kaçak” giren bir karasineği şerre yorarken “başkası” onu hayra yorabilir.

Onların da evlerinde kumanda bazen kayboluyor, prizlerden biri yanmış oluyor.

Onların evinde de bütün kayıpları bulan bir anne veya babaanne var.

Hiçbir şey yoksa yalnızlık var, kimsesizlik veya kahır var… Onunla yaşıyorlar.

Onların evindeki cep telefonları da aralarında anlaşarak evde hâkimiyeti ele geçiriyorlar bazen.

Senin ruhun denizin engin derinliklerinde, başkasının ruhu gür ormanların koynunda dinlenebilir. Özetle ikiniz de farklı tellerden çalabilirsiniz.

Unutma ki dünya, zıtlıklar, farklılıklar ve renkler üzerine kurulmuştur.

Beyaz, kara’nın olduğu bir yerde renktir; aksi hâlde onu kimse tanıyamazdı.

Vakitler hep gündüz olsaydı, bilim adamları gecenin bulunduğu gezegen için yollara düşerdi.

Ölüm olmasaydı, dünya herkese cehennem olurdu; bilim adamları uzayda ölümün bulunduğu bir gezegen arayışına çıkarlardı.

Ölüm, acı bir güzeldir. Dünyanın ‘güzel’i acı bir ölümdür.

Tanrı; ak-kara, iyi kötü, şeytan-melek, hayır-şer diyalektiği üzerine bina etti evreni.

Bu yüzdendir ki “Her şey, zıddıyla kaimdir” demişler eskiler.

Her şey bu çerçevede dengelenmiştir.

Sen de ‘başka’sıyla dengelenmiş bulunuyorsun.

Senin “evet” dediğine o “hayır” demeseydi doğru’nun feleği şaşardı.

Senin “hayır” dediğine öteki “evet” demeyi bilmeseydi arayış sona ererdi.

Dünyada arayışın sona ermesi demek, kıyametin kopması demektir.

Sızlanma. Sen benimle, o ötekiyle, öteki başkasıyla mukayyetiz.

“Benim dediğim olacak” noktası, munka’ (infuze) vasıflı Ben’nin tanrı figürüyle ilgilidir.

Başkası da senin gibi ilkin ellerini keşfederek tanıdı bu dünyayı.

Ona da senin gibi, yağmur birikintileri büyük bir göl; küçük bir göl bir derya;  evin avizesi de
büyük bir orman görünüyordu.

Ona göre de dünya, sadece anneden ve memeden/mamadan ibaretti.

Sonra anladı ki baba var, kardeşler var, başka insanlar da var; yani ‘başka’sı, başkaları var.

Sonra başka şehirlerin başka mekânların da varlığını keşfetti o da senin gibi.

Gördü ki dünyada başka renkler var, başka diller, başka ülkeler, başka ırklar var…

Bütün bu ‘başka’lar da aynı güneşin altındalar, aynı yıldızları görüyorlar, aynı gecelerde uyuyorlar, aynı ölüm meleği ile karşılaşıyorlar ve aynı toprağa dönüyorlar…

Bir de ülkendeki ‘başka’sı, başkaları var. Kabul et ki güneş sadece senin üzerine doğmuyor.

O başkası da bir of çektiğinde “karşıki dağlar yıkılıyor.”

‘Başkası’ da “kudret kalemini kaşına çeken”, “huysuz ve tatlı bir kadın” a âşık oluyor.

O başkası da “tavus kuşunun içine girdiğini ve tüyünü yolduğunu” söylüyor senin gibi.

Senin “karagözlüm” diye başladığın türküye “başkası” “lêçavreşamin” diye başlıyor; ama ikiniz de sevgiliyi anlatıyorsunuz.

O ‘başkası’nın da Neşet Ertaş veya Arif Sağ’ın bağlaması ile yüreğinden bazı teller kopuyor.

O ‘başkası’ da “bâsüba’delmevt” mevsiminde, “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin” diyor şair gibi…

O ‘başkası’ da Sarı Gelin türküsünü dinlerken Erzurumlu bir Dadaş oluyor.

Aynı Türküyü dinlerken bir başkası Karslı bir Ermeni oluyor.

Bir ‘başkası’ da senin gibi Gesi Bağları’nı dinlerken Kayserili oluyor, kemençede kolları titriyor.

Onun da Horon’la ayakları alıyor, Zeybek’te dizlerini yere vurası geliyor.

Sen belki bir meyhanede ağlıyorsun, ‘başkası’ da yolculuk sırasında bir camın kenarında…

Ya da evin bir köşesinde veya yolda yürürken içine ağlıyor.

Ayrılık senin bağrını yakıyor da onun yakmıyor mu sanıyorsun?

Gurbette kimsesi yoksa bile içinde bitmeyen bir gurbet var onun da…

Bir çocuğun içikerek ağlaması senin içini deliyor da onunkini delmiyor mu sanıyorsun?

Ülkelerinde aynı mekânda bir arada bulun(a)mayan iki kişinin, topraklarını kaybettikten sonra sığındıkları başka bir ülkenin çöp konteynırında ekmek aradıklarını ve orada kurdukları dostluk hikâyelerini sadece sen duymadın, ‘başkası’ da duydu.

Rabbimiz Bir, (değilse) ülkemiz Bir, yurt sevgisi bağlamında ülkümüz Bir, Bayrağımız Bir, türkülerimizin teması, sazımızın tınısı Bir, yaşanmış acılarımız Bir, coşkularımız Bir, gök kubbemiz Bir, güneşimiz Bir…
Çanakkale’yi işgale gelenler “Bu Tunuslu, Bu Arnavut, bu Boşnak, Bu Kürt…” diye ayırmadılar. Hepimizi aynı yerde boğmaya çalıştılar.

1922’de Polatlı’ya gelip dayananlar da ayırım yapmadılar…

Tarihimizin en büyük faciası olan 2016’daki o menfur olayın üstesinden gelinemeseydi bugün -maazallah-Suriye konumunda idik.

Birbirimizin kıymetini bilelim.

“Ölünce mezarımı öpeceğine şimdi hayattayım gel de yüzümü öp” dedi ‘başkası’ ile ortak paydamız da olan bir bilgemiz.

Netice olarak azizem/azizim bu ülke kundaktaki bir bebe kadar temiz ve güzel.

Başka bir ülkemiz yok, bulutları bile güzel ülkemin… ‘Başkası’ da güzel, evet de güzel hayır da güzel, yol da güzel yoldaş da…

Sen de güzelsin ‘başkası’ da güzel…

‘Başkası’ ile bir arada daha da güzeliz. Son sözü yine Levinas söylesin:
“Vicdan hep doyumsuzdur, o hep arzudur. Yüz’ü bilmek ona özgürce katılmak demektir. İyi yönetilmiş adalet başkasıyla başlar. Başkaları tarafından yenilen ruh kendi başkalaşmasını hissetmez. Başkasının maddi ihtiyaçları benim manevi ihtiyaçlarımdır (Bizde buna diğergâm ya da i’sar denir.) Etik (vasıflı) ben, tam da başkası’nın önünde diz çöktüğü, kendi özgürlüğünü başkasının “öncelikli-acil” çağrısına feda ettiği ölçüde özne’dir”