HAKİKATİ KURMACANIN ZEMİNİNDE ARAYABİLİR MİYİZ?
Hakikat Arayışında Yönelimler ya da HAKİKATİ KURMACANIN ZEMİNİNDE ARAYABİLİR miyiz?
Kurmacanın zemininde hakikati aramak mümkün mü? Ya da kurmacanın lâmbası ile hakikati ne kadar -ya da onun ne kadarını- arayabiliriz? Hakikat arayışında yönelimler hangi istikameti gösteriyor? Bu çalışmamızda bu sorulara cevap aramaya çalışacağız. Bu zeminde beliren yeni sorularla konuyu irdelemeyi deneyeceğiz.
Bazen gerçek ile kurmaca arasındaki makasın iyice açıldığına, mesafenin daraldığına, bazen de bu ikisinin iç içe geçtiklerine şahit olmuşuzdur. “Olamaz! İnanılmaz!” dediğimiz durumlar bu cümledendir. O arada zaman da hakikatin yedeğinde sürekli evriliyor. Bunlar olurken kurmaca metinlerin hakikati arama yöntemlerinin de evrilmemesi mümkün değil. Burada bir yönelimden söz etmemiz gerekecek. Yönelimi fenomolojik bir kavram olarak düşündüğümüzü belirtelim. Edmund Husserl’in (öl. 1938) bir çerçeveye kavuşturduğu fenomolojik yönelim, projektörünü üstü örtük alanlara çevirmiştir. Şöyle de denebilir: Bu yöntemde görünen değil görüngü esastır. Görüngü dediğimiz şey fenomenin özüdür. Bu öz, bilincin gösterdiği yerdir. Biz elinizde bir şemsiye görebiliriz. Hakikat buraya ilgili değil. Şemsiye, bir korunma nesnesi olmanın ötesinde işlevler yüklenmiş olabilir. Söz gelimi bu nesne, görünürde sizi güneşten veya yağmurdan koruma görevini üstlenmiş bir fedaîdir. Oysa o insanın kendisini bilinç dışında saklama nesnesi olabilir ya da varlığın örtük veçhesini temsil ediyor olabilir. O size bir hediye ise hediye eden kişiye dönüşmüş olabilir şemsiye. Sevgilinizle yağmurlu bir günde ayrıldıysanız şemsiye bu kez ayrılıktır. Şemsiye belki de içinizdeki gökyüzünü gösteren veya örten bir şaldır. Keyfiyeti; Milen Kundera’nın “Durumlar senin düşündüğünden daha karışık” ifadesindeki “düşündüğünden” yerine “gördüğünden” kelimesini koyarak da okumak mümkün.
Burada hakikat neden örtünme gereği duyar sorusunu sorabiliriz. (Konuya Bana Hikâye Anlat/ma adlı kitabımızdaki Hakikatin-İletinin Saklılığı Etrafında Mahpus Öyküsünün Rizomik Katmanları başlıklı yazımıza bakılabilir) Hakikat açıkta olsaydı nesneleşmiş olurdu; dolayısıyla onu herkes görebilirdi. Herkesin gördüğü fenomen, bir nesnedir. Oysa hakikat nesne değildir. Hakikati en iyi gözlemleyebileceğiniz bir alan belirlemek zorunda kalsaydık bu alan ölüm olurdu. Herkes öleceğini bilir ama ne zaman öleceğini kimse bilmez. Bir muamma ağı örülüdür burada. Bu ağı çözmek için yüzyıllarca uğraşmışlardır hakikat arayıcıları; ama çözememişlerdir onu ve çözemeyeceklerdir de. Belki de hakikat çözümlenmesi (ya da çözülmesi) gereken bir numen değildir. İnsanın kendisi de böyledir. Bir vesileyle değinmiştik; bazı numenler çözülecek bırakılmıştır. İyi ki de öyle bırakılmıştır. İnsanın çekirdeği (cevher) çözüldüğü anda insan olmaktan çıkar, nesne /posa olur. Oysa orası birey için kozmik bir alandır ve mahremdir. Oraya girildiği veya deşifre edildiği anda insanın bütün arayışları da sonlandırılmış olur. İnsanın arayışının sona ermesi onun kıyametinin de kopması demektir. İnsan bir yanıyla çok katmanlı kurmaca metinlere benzer. Bu metin, okuyanın sayısı kadar anlam çerçevesine sahiptir. Kurmaca metinler gibi hayatın da dolayısıyla insanın da “boş” alanları vardır. Hakikat belki de tam da bu boş alanlarda saklanıyor. Kim bilir? Bu “boş” alanlar olmasaydı düşünce yolculuğunda manevra alanı iyice daralırdı insanın.
Hakikat Nerede?
Hakikat, bilginin değil bilincin alanındadır. Bilincimiz nesnenin kendisinin değil onun yönelimsel alanlarında dolaşır. Mesela gözün gösterdikleri bizim hedefimiz olamaz. Hedef merkezler, tayin edilmişlerdir ve bir yere konuşlanmışlardır. Tayin edilen her şey somut bir yerdedir ve o yer bir hedeftir. Bu sebeple hakikat, gösteren değil, onun gösterdiği de değil gösterilenin arkasındaki görünmeyendir. Bu sıradan bir bakışla açıklanamaz. Şöyle diyelim: Gözün gösterdikleri bilincin eleğinden geçerek anlam kazanır. Bilincin devre dışı kaldığı alanlarda nesnelerin fiziğinin kabuğu delinememiş demektir. Bilincin gösterdiklerinde ise en büyük pay sezginindir. Kurmaca metinlerde de duyu organları değil sezgi merkezdedir. Esasen, hakikati arama yolculuğuna çıkanların binitidir sezgi. Sezginin kazandığı paye, onun hakikat ile aynı kumaştan yapılmış olması ile de ilgilidir.
Demek ki hakikat, herkesin onu kolayca bulacağı yerlerde değildir. Başka ifadeyle hakikatin yeri tayin edilmemiştir, bu sebeple -en azından bizce- belirli bir yeri de yoktur; dolayısıyla o varılması gereken bir hedef de değildir.
Soru şu: Hakikat varılması veya bulunması gereken bir hedef değilse onu aramaya ne gerek var? Ya da bulunamayacak, kendisine ulaşılamayacak bir şeyi niçin arayalım?
Unutmayalım ki bulmak için gidilen şey nesnedir. Nesneler ise beş duyunun kapsama alanındadır. Hakikat bilgiyle değil sezgiyle ulaşılan bir şey olduğu için algılanması da bilincin alanında gerçekleşir demiştik. Ünlü meseldir: Aramakla bulanmaz; ama bulanlar arayanlardır. Aramayanlar yola da çıkmamışlar demektir. Yola çıkmayanların varabilecekleri bir yer de yoktur. Buldum diyenler ise kaybetmiş olanlardır. Onu aramak üzere yola çıkanlar, onunla bir iletişime de geçmiş olurlar. Mecnun Leyla ile vuslat ettirildiğinde onu tanımamıştı. Leyla, hakikat ile kendisi arasında bir perde idi; bu yüzden tanıyamadı onu. Güneşi aramaya çıkanlar onu bulduklarını sanabilirler oysa güneşin kendisi değil ışığıdır buldukları. Güneşe varmayı hedefe koymak da mümkün ama ona ulaşmanın bedeli yanmaktır. Kimi yolcular, bu yanışa yolda da müptelâ olabilirler. Mantıku’t-Tayr, hakikati aramaya çıkanların yolda yanışlarının hikâyesidir.
İnsanın ezeli sızısının temelinde vatan-ı aslîsinden uzak kalması vardır. Bu sızı, Âdem’in cennetten kovulması ile başladı. Dönüş, bir çabadır. (Hakikat, Âdem ve nesli için belki de budur.) O çabayı göstermeyenler hiç bir yere dönemezler / varamazlar. Vatan-ı aslî orada bir yerdedir; ama nerededir? Oraya varmak şart değildir ama bu yolda çaba göstermek kutlu bir yolculuktur. Belki de yolculuğun kendisi mahza hakikattir. Hani karıncaya bu bacaklarla (bu gidişle) oraya nasıl varacaksın, demişler de o yolda ölürüm ya demiş. Hakikati aramak kimsenin tekelinde değildir. Ömrünü hakikati aramakla geçiren ve bu uğurda kendisine verilen en büyük akıl nimetini feda eden Nietzsche’ninki de Beşir Fuad’ınki de arayıştı. Neyin arayışı? Herkesin hakikati farklı olabilir ama arayanlar arama sürecinden koptukları anda kaybedeceklerini de bilirler. Bu yüzden arayıcılar hep aramışlar ve sadece seferle mukayyet kılmışlardır kendilerini. Hakikat dediğimiz şey tam da bu sebeple hakikattir.
Biz insan olarak hakikati öte dünyada değil bu dünyada aramaya memuruz. Burada bir paradoks var. Paradokstan da öte, bir trajedi var. Trajedi, vazgeçilmez olanlardan birini dışarıda bırakmakla yakından ilgilidir. Bunu biraz açalım: Dünya için “yalan dünya” demişler atalar. Dünyanın yalan olduğunu en iyi anlatan vaiz mezarlıklardır. Hâl böyleyken yalan olduğunu bile bile dünyaya tutunmaya çalışırız. Bir yönüyle dünya, canhıraş bir gayretle tutunmaya çalıştığımız, onca albenisine rağmen vazgeçmek zorunda kalacağımız sevgiliye benzer. Trajedi tam da buradadır. Demek ki biz, hakikati ‘yalan karakterli’p bir yerde arıyoruz öyle mi? Hakikat, fani karakterli olmakla birlikte vazgeçilmez olanlarla sonsuzluğa açılan kapılar arasında yapılan ucu açık bir yolculuktur.
Dahası var: Dünya ile kurmacanın ortak noktaları ‘yalan’ vasıflarıdır diyebiliriz. Burada ‘yalan’ın bağlamının kaba anlamıyla değil “gerçek olmayan” anlamıyla kayıtlı olduğunu hatırlatarak şöyle diyebilir miyiz? Hayal de gerçek değildir; ama insanın hayalini yok ederseniz ondan geriye kaba bir suret (gerçek) kalır; çünkü hayalini yok etmekle onun hakikatini de yok etmiş olursunuz. Tam da burada sorabiliriz: Kem âlât ile kemâlât olur mu? Hakikat, ‘yalan’ karakterli bir gereçle aranır mı ya da onu kullanarak hakikate ulaşılır mı? Yoksa hakikatin kendisi de ‘yalan’ karakterli bir şey midir? Eğer böyle ise neye göre ve nereden baktığınızda yalandır bu ‘yalan’? Bu sorular sorulmalıdır.
Şimdi sorumuza bir daha bakalım: Kurmaca metinler (şiir, mesneviler, hikâyeler, destanlar, masallar, romanlar, bir yanıyla denemeler) aramanın binitleridir. Peki, kurmaca metinler yoluyla hakikat aranabilir mi? Hakikat, güzelliğin zirvesinde konaklar. Kurmaca metinlerin temel kaygısı da estetik değil miydi? Bu çalışmalar, yolculuk sırasında karşılaşılan enstantanelerin estetiğin sınırları içinde kayda alınması ile ilgili muhayyel bir eylemdir. Demek ki hakikat de kurmaca metinler de bilincin ve muhayyilenin alanındadır. Gerçek, duyuların ve bilginin; gerçeklik ise bilincin ve sezginin algıladığı bir şeydir.
Önceki sorumuzu tekrarlayalım: Hakikat mutlak anlamda kendisine ulaşılması imkânsız bir şey ise onun neden arıyoruz? Öncelikle belirtelim; bu soruların cevabı dünyanın karakterindedir. Dünya, yol üzerinde geçici olarak konaklanan bir mekân (“bir oyun ve eğlence”) ise -ki öyledir- oradan kalkıp gidecek olanlar bir yola da çıkmış olurlar. Bu yolculuğu hakikat olarak imlememiz de mümkündür. Bizce hakikat hem aranacak bir şeydir hem de -bulunamasa bile- bir şekilde kendisiyle iletişime geçilecek bir şeydir. O ‘bir şekilde’nin malzemeleri de sanatçıların kullandığı kurmaca gereçlerdir. (Bu gereçler edebî metinler olabildiği gibi musiki de olabilir resim de.) Öyleyse kurmaca metinler yoluyla hakikati aramak veya ona doğru yola çıkmak pek âlâ mümkündür; hatta kurmaca metinler için “insanın hakikati arama çalışmalarıdır” da diyebiliriz. Meselenin özü budur.
Gölgeyi üreten güneştir. Güneş orada durduğu müddetçe onun onayı olmadan gölgeyi yok edemezsiniz. Bu yüzden kurmaca metinlerle meşgul olanlar gerçeklerle değil onun yontulmuş tasarımıyla, izdüşümüyle meşguldürler. Başka ifadeyle kurmacanın yaratıcıları, güneşin bilgisi ve onayı ile gölgeyle dans ederler. Bu neden böyledir? Şundan: Susuzlar, suyun kendisini değil ondaki hayatı içerler. Aksi olsaydı içtiğimiz sular bedenimizi çatlatırdı. Nitekim içilen su, hayat iksiri alındıktan sonra sadır olarak tahliye edilir. Kurmaca metinler de böyledir. Bu metinlerde hayatın ya da gerçeğin kendisi (posası) değil iksiri vardır. Onlardan vazgeçemeyişimizin sebebi de; bu metinlerdeki (‘yalan’ karakterine rağmen) cazibe de burada aranmalıdır.
Kurmacanın Geçirdiği Evrimler
Kurmacanın yaratıcısı (sanatçı), hakikati arama yolunda kullandığı yöntemleri güncellemek, yeni yöntemler denemek; dolayısıyla kendini geliştirmek zorundadır. Geldiğimiz noktada (21’nci yüzyılın başlarında) kurmacanın hakikati arama yolculuğu nasıl bir yönelim içindedir sorusu ciddiyetle değerlendirilmesi gereken bir sorudur. Kurmacanın fenomenleri çok ciddî değişiklikler, evrimler geçirmiştir ve geçirmektedir. Mesela ses hızının üzerine çıkan sonik patlamalar (buradan elde edilen süpersonik uçaklar), gerçeğin tahtına oturmaya kalkışan hipergerçeklikler (yapay gerçeklikler), J. Baudrillard’ın gündeme soktuğu gerçek ile kopyası arasındaki farkı yok eden smülakrumlar; bilgisayar teknolojisinde başat bir yeri olan androidler (yapay zekâlar), robotlar (syborglar), genetik devrim vb gelişmeler kurmacayı etkileyecek ve yeni yöntemlere de yönelimlere de kapı aralayacaktı kuşkusuz. Postmodern anlatımlarda mekânı, zamanı hatta özneyi bile buharlaştıran metinler buradan neşet etmiştir. Dostoyevski, yayıncısıyla yaptığı anlaşma gereği bir ay içinde yetiştirmek zorunda olduğu eserini yazarken – şayet android sistemler olsaydı- bu sistemden yararlanmayı düşünebilirdi. (Ünlü yazarın İsveç kökenli yardımcısı stenograf Grigoryevna Snitkin’e Kumarbaz’ı zihninden okuyarak 29 günde yazdı(rdı)ğı söylenir.)
Şubat 2020’de dünyaya bir şey oldu. Son 300 yılın en büyük olayı diyebileceğimiz Coraoa günlerinden söz ediyoruz. Görünmeyen fakat tehlikeli bir nesne düşünün. Hiçbir yerde görünmüyor; ama o her yerde. Herhangi bir yerde size ilişebilir; ama onu görme imkânınız yok. Şimdi hakikat bu nesnenin ya da onun yarattığı olayların neresinde? En can alıcı soru da şu: Bu ayan olmayan yıkıcı nesnenin görünmeyen bir eyleminden de söz edemez miyiz? Düşünün ki; görünmeyecek kadar küçük bir molekül karşısında “Savunma” gerekçesiyle dünyanın parasını ödeyerek ürettiğiniz / elde ettiğiniz saldırma ve “korunma” malzemeleriniz hiçbir işe yaramıyor. Görünmeyen nesnenin görünen ilk eylemi “hiçbir ayırım gözetmeden eşit düzlemde, herkese, unuttukları başka bir hakikati (ölümü) tattırıyor; görmediğiniz veya görmemek için ona hep sırtınızı döndüğünüz bir görüngüyü (ölümü) gözünüze sokuyor. Bununla kalmıyor sizin insanlardan kaçırdığınız birçok suçunuzu da teşhir ediyor. Mesela en gerekli yerde hiçbir işe yaramayan savunma gereçlerini binlerce kilometre ötedeki insanları yok ederek onların birikimlerine el koymak için ürettiğinizi ifşa ediyor. Belki de insanın gözden kaçırdığı eşyadaki o görünmeyenleri göze sokuyordur. Kim bilir? Onun hakikati belki de bu ikincisidir. Bizim insanımız yaratıcıdır: Adam minibüsün arkasına yazmış: “Korona morona bilmem, korona senden ayrılık.” Covid-19, kendi hakikatini bu adamın gözüne sokmuş görünüyor. Herkesin hakikati farklıdır. Pandemi, eşyadaki hakikati bir türlü göremeyen insana kör parmağım gözüne mi dedi? Belki de o, aylarca birbirini görmeyen aile bireyleri için bir buluşmadır, vuslattır. Kendisine vakit ayıramayan insanlar için zamandır; ne bileyim sevgililer için bir ayrılıktır, işini kaybeden insan için işsizliktir. Corona virüsü, insanlığa; “İnsanın kendi mağarasına kapanarak orada bilinçdışı bir dönüşüm (decokstrüktion) sürecine girebileceğini” düşünen C. G. Jung’un bu düşüncesini gerçekleştirebileceği bir fırsat mı sundu yoksa? Belki de, hakikati arama yolculuğunda; felsefede, fikirde, bilim ve sanatta, edebiyatta yeni oluşumların, akımların, mekteplerin türemesi; insanlığın kendisine bir format atması için bir hazırlık sürecidir. Kim bilir? Kurmacanın sunduğu gerçekliği hatırlatmıyor mu bu? Dahası var: Hakikat bu yeni durumdan nasıl etkilenecektir? Onu aramaya çıkanlar, bu gelişmeden sonra yol azıklarına neleri ekleyeceklerdir? Bu soruların cevapları şu anda bilinmiyor
Biz elinizde bir şemsiye görebiliriz. Hakikat buraya ilgili değil. Şemsiye, bir korunma nesnesi olmanın ötesinde işlevler yüklenmiş olamaz mı? Görünürde sizi güneşten veya yağmurdan koruma görevini üstlenmiş bir fedaîdir. O size bir hediye ise hediye eden kişiye dönüşmüş olabilir. Sevgilinizle yağmurlu bir günde ayrıldıysanız şemsiye bu kez ayrılıktır. Şemsiye belki de içinizdeki gökyüzünü gösteren veya örten bir şaldır. Keyfiyeti; Milen Kundera’nın “Durumlar senin düşündüğünden daha karışık” ifadesindeki “düşündüğünden” yerine “gördüğünden” kelimesini koyarak da okumak mümkün.
Yapay zekâ laboratuvarlarında syborg nesneler üretilmesi çalışmaları, insanın Lat ve Uzza zamanlarına, kölelik dönemlerine derin bir özlem duyduğunu ve kendisine bir köle aradığını da akla getirmektedir. Yoksa insan, eliyle yaptığı bu mimetik nesneleri kendisinden daha alt katmanlarda gördüğü hemcinsine bir tanrı olarak mı pazarlamak istiyor? Bu çalışmaların, bu istikametteki arayışların neresindedir hakikat? İnsan, zamana hükmederek hakikatin kendisi olduğunu mu; bir ilerisinde tanrılığını mı ilân edecektir yoksa ölümsüzlüğü keşfedeceğini mi düşünmektedir? Sorular uzar…
Yapay zekâ ile kurmaca metin yazma denemelerinin yapılmaya başlandığı zamanlara erdik. Gidişe bakılırsa ışınlanma dönemi kapıda görünüyor. Bu, eski kayıtlara tayyi zaman ve tayyi mekân olarak giren muhayyile sıçramalarının gerçekliği ile karşılaşılabileceği anlamına da geliyor. Kalıcı olana, başka ifadeyle hakikat arayışına ilişkin çabaların bu gelişmelerden etkilenmeyeceğini kimse iddia edemez. Bu mülahazalarla andığımız gelişmeler hakikat arayışını nasıl etkiler sorusu üzerinde kafa yormaya değer: İşte burada, hakikat arayışında yeni yönelimlerden söz edebiliriz. Neler olabilir bu yönelimler? Bu nokta, insanın anlam arayışının vardığı veya varacağı yerle de ilgilidir. Victor Frankl’ın (öl. 1974) geliştirdiği logoterapi tam da bununla ilgili bir yöntemdir. Anlam arayışını merkeze alarak parçalanan değerler sistemini toplayıp yerine koymayı amaçlayan bu yönteme göre; varlık, varoluş, özgürlük, sorumluluk, güven, vicdan vb. değerler üzerinden bireyde anlamsal bir bütünlük oluşturmak mümkündür. Kendi ürettiği mekanik-android ürünlerin kuyruğuna takılan insanın aşındırdığı değerler yerine nasıl konacaktır? Hakikat sürekli yer değiştiren bir numen midir? Hakikat arayışında yeni yönelimler (fenomolojik devinimler), bu çabalara ne ölçüde katkıda bulunabilir? Burada, kurmaca metinler bir misyon üstlenebilir mi? Böyle bir şey olacaksa bu, kurmaca olanın doğasına ne kadar uyumlu olur? Bu sorular, üzerinde düşünmeye değer sorulardır.
Bu yazı Olagan Hikâye dergisinin ekim kasım 2020 1.sayısında yayımlanmıştır.
Yazar: Recep Seyhan
Emeğinize, kaleminize sağlık hocam.
Her ‘sey’in tefekküre bakan bir yüzü vardır.🌺