Fotoğraf çok yakında buraya eklenecek...

ANNE, BENİM ESKİ HÂLİM NASILDI?

Öykü: Gül Tanrıverdi

Soğuk ve yağışlı geçen günlerden sonra hava durulmuştu. İnsanlar; güneşe hasret kalmış gibi sokaklara dökülmüştü. Rüzgâr, şiddetini yitirmiş yerini tatlı bir esintiye bırakmıştı. Kış güneşinin keyfini çıkarmak isteyenlerden birisi de Cemile idi.

Öğlen saatlerinde dışarı çıkmış ikindi vaktine kadar yürümüştü. İçini huzurla dolduran hava ruhunun dinginleşmesini sağlamıştı. Yolunun üzerinde bulunan parka girip bir banka oturdu. Her tarafı çentiklerle dolu olan tahta banka şöyle bir göz attı.
“Yazık ne hale getirmişler.” dedi içinden.
Çam ağaçları vardı parkta, mis gibi kokusu yayılıyordu. “ Şimdi ne güzel çay içilirdi.” diye mırıldandı. Yerinden kalkıp etrafa bakındı. Çay içebileceği bir yer var mı? diye bakındı. Parkın arka kapısının önünde küçük tahta masa ve sandalye gördü. Küçük kulübe gibi bir yer gözüne ilişti. Hızla o tarafa gitti.
Bir tarafı parka diğer tarafı otobana bakan kulübenin önünde deri ceketli boylu poslu bir adam duruyordu.
“Siz mi bakıyorsunuz buraya?” dedi. Adam başını salladı.
“Çayınız var mı? diye, sordu sonra.
“Var, siz şöyle oturun ben getiririm.” dedi adam, küçük masalardan birini göstererek.
Kendine has kokusu olan, ceviz ağacından yapılma masalardan birine oturdu Cemile. Elini üzerine gezdirdi okşarcasına. Hoşuna gitmişti.
Çayı gelmişti. Esintinin eşliğinde yudumluyordu. Etrafa göz gezdiriyor, gelen geçenleri inceliyordu. Uzaktan gelen bir kadına gözü çarptı. Üzerinde yazlık denebilecek bir pardösü vardı. Soluk kahverengi eşarbı başından her an düşecekmiş gibiydi. Eliyle sürekli düzeltiyor fakat eşarp ısrarla kayıyordu. Düğmeleri düşmüş pardösünün önünü eliyle sürekli kapamaya çalışıyordu. Siyah kalın çorapları, ayakkabısından taşmak üzeriydi. Kadın, kızın oturduğu yere geldiğinde durakladı. Oturmakla oturmamak arasında kararsızdı.
Derin bir nefes çekip: “Yorulmuşum” dedi.
Ufak taburelerden birine oturdu. Yüzünü elleriyle sıvazladı. Cemile kadını izliyordu. Gözlerine baktığında; hangi limana demir atacağını bilmeyen derin ve düşünceli mavi gözlerini gördü. Elleri, yüzü kuruluktan yıpranmıştı. Beyaz teni; yüzündeki kırışıkları ince yırtıklar gibi gösteriyordu. Kadını incelemeye dalan kız, bardak şıngırtısıyla kendine geldi.
“Bir çay daha?” dedi adam.
“Olur” dedi. Sonra gözüyle kadını işaret ederek::” Teyzeye de bir çay, ikramım olsun.” dedi.
Önüne koyulan çaya baktı kadın. Adam, Cemile’yi göstererek ikramı olduğunu söyledi.
“İçiniz ısınır afiyet olsun.” dedi kız tebessümle.
Kadın: “Sağ ol evladım.” dedi. Çayından bir yudum aldı. Etrafına şöyle bir bakındı. Gözleri uzaklardaydı. Birden yerinde kıpırdandı.
afasını bir sağa bir sola oynatarak birini görmeye çalışıyormuş gibi bir hâl aldı. Kıza dönerek, parmağıyla köprüyü işaret etti.
“Görüyor musun? İşte oradalar.” dedi.
Cemile bir şey anlamamıştı. Gösterdiği tarafa baktı, fakat köprü ve hızla giden arabalardan başka bir şey göremedi. Kadın:
“Oradalar işte, yine o zıkkımı içmişler. Kilitlemişler kendilerini. Ah! Başına gelen bilir.” dedi kadın hayıflanarak.
Kadının söyledikleri kızı meraklandırmıştı. Dikkatlice gözleriyle taradı etrafı. Köprünün altında birkaç genç gördü. İki büklüm olmuş kıpırdamıyorlardı.
“Gençlerden mi bahsediyorsunuz?” dedi kadına.
Başını evet anlamında sallayan kadın kurumuş dudaklarını çaydan bir yudum alarak ıslattı. “Benim bir oğlum var, bunlar gibi o zıkkımı kullanıyor, şimdi evde yatıyor. Nereden bulaşmış, kim alıştırmış bilmiyorum ama kaç yıl oldu uğraşıyorum, bıraktıramadım. Tedaviye başladık ama çok zorlanıyoruz çok.” dedi kadın, gözyaşları akmaya başladı. Eşarbının ucuyla gözlerini silip burnunu çekti.
Kız yerinden kalkıp yanına gitti. Çantasından çıkardığı mendili uzatarak yanına oturdu.
“Üzülmeyin tedavi başarılı olur muhakkak.” dedi.

Oğlunun ne kullandığını merak etmesine rağmen sormaya çekindi. Kadının dili çözülmüş, anlatmaya başlamıştı.
“Oğlum askerden geldikten sonra tutunamadı. O ara esrar başlamış anlayamadık. Askerde mi yoksa geldikten sonra mı bilemedik. Çok konuşmaz zaten.
Babası o zaman yaşıyor. İnsan evladına konduramıyor tabi. Yalan söylediğini çok sonra anladık. Evden bir şeyler kaybolmaya başladı. İş bulana kadar harçlık veriyordu babası ama her gün ister oldu. Ne yapıyor bu paraları diye düşündük ama pek ilgilenmedik. Odasında, üstünde başında bir şey çıkmıyordu. Nereden bilelim. Meğer esrar kullanıyormuş. Bir gece arabayla kaza yaptı. O zamanlar durumumuz iyiydi. Babası, torpido gözünde esrar bulmuş, adam sarsılmış tabi bana anlattığında eteklerim tutuştu. Anne- baba olarak yıllarca peşinden ayrılmadık ama nafile.”

Duydukları karşısında içi sızlayan Cemile, ilk defa esrar kullanan birinin annesiyle karşılaşmıştı. Eşarbının ucunu çekiştiren kadını dinlerken teselli verecek tek kelime bulamadı. Deri ceketli adamdan iki çay istedi.

“Bazen babası hiddetlenir dövdüğü olurdu. Anneyim ya onu korumaya çalışırdım ama yalnızken burnundan fitil fitil getirirdim. Bir süre bıraktığını düşünerek rahatladık. Uyurken iğne izi var mı diye kollarını kontrol ediyordum. Göremeyince bıraktı diye seviniyordum.
Bir süre sonra farklılıklar görmeye başladım. Bu sefer başka bir şeye mi başladı diye içime kurt düştü. Yüzü gözü şişiyordu. Eve geldiğinde nefes alamıyor, konuşamıyordu. Saatlerce kendine gelemiyordu. Hiç kıpırdaman yatıyordu. Esrar içerken açlıktan ölürdü. Sürekli tatlı yemek isterdi ancak öyle kendine gelirdi. Ama bu sefer ne yerse yesin kendine gelemiyordu. Kalbinin çarpıntısını dışarıdan ben bile görüyordum. İştahı iyice gitmişti. Aldım karşıma sordum: “Oğlum bu nedir, farklı bir şeye mi başladın?” saklayamadı tabi, “Bonzai” dedi. Ah! Ciğerlerim söküldü tabi dayanamadım bir iki tokat attım. Paralar suyunu çekmeye başlayınca ucuz olan maddeye başlamış.
“Oğlum öleceksin.” dedim ona.
“Bırak öleyim.” diye cevap verdi.
“Ölmeyi aklından çıkart. Sen iyi olana kadar peşindeyim. Gerekirse seni kilitleyeceğim ama bırakman için uğraşacağım. Ama ölmeyi unut, beni Allah’a isyankâr yapma!” diye bağırdım. Her gün kavga ettik. Babası aniden kalp krizi geçirip vefat etti. Ondan geriye bir şeyimiz kalmadı. Kahrımdan öleceğimi sandım ama dayandım kızım.” dedi kadın, soluklandı.

Zamanın nasıl geçtiğini anlamayan Cemile, kadının anlattıklarına kendini kaptırmış, merakla oğlunun iyileştiğini duymak istercesine dinliyordu.
“Başınız sağ olsun. Oğlunuz babasını kaybedince tavrını değiştirdi mi? Bırakmadı mı?” diye sordu. Kadın başını iki yana salladı. Mavi gözleri iyice küçülmüştü. Ellerini sürekli ovuşturuyordu. Söze başladı.
“Nerede evladım hep beter oldu. Elimizde ne var ne yok borcuna gitti. Elimize kalan bir emekli maaşı evimiz kira, didinip duruyorum. Şimdi evde yatıyor, kendinde değil. Tedavi zor geliyor. Bu öyle bir illet ki kızım; içtiğinde kalbi dışarı fırlamasın diye elini bastırıyor sonra bir ateş geliyor, kavruluyor sanki gözlerinden fışkırıyormuş gibi… Yeni başlayanlar bu aşamada ölebiliyorlarmış. Sonrasında kilitleniyorlar ayaktaysa iki büklüm kalıyor saatlerce. Bizimkinin aldığını yatakta robot gibi oluşundan anlıyorum. On gün odadan çıkmadığı oluyor. Ne acı…” diyor kadın, gözyaşlarına boğularak.

Ağlayan kadına baktı Cemile, içine dokunmuştu bu hâli. İster istemez gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Şimdiye kadar farkına varmadığı; ailesinde yaşanmayan bu hadiseler, mahvolan gençler hiç dikkatini çekmemişti. Sokakta kalanları gazetelerden okuyor, televizyondan görüyordu ama yakinen hiç kimseden duymamıştı. Kadının sırtını sıvazladı. Güç verebilecekmiş gibi hissetti kendisini.
“Sizin bu hâlinizi gördükçe hiç pişmanlık duymuyor mu?” diye sordu.
“Duymaz mı duyuyordur elbet, ama saplandı bir kere. Hocalara bile götürdük. Tedavi ettirdiğimiz dönemde, babası camiye götürüyordu ses etmeden gidiyordu onunla. Hayretler içinde kalıyordum. Bir gün dedi ki: “Anne biliyor musun bunu kullananlar pişman olup namaz kılıyorlar. Ben de pişman oluyorum, namaz kılsam temizlenir miyim?” Sana ne hissettiğimi anlatamam kızım. İçimin yangınıyla bir sarılışım vardı ona bir ağlayışım…
Sonra yine başladı ne yazık. Bırakmak istiyor ama bırakamıyor zavallı oğlum. Eşimin vefatından kısa süre sonra bir süre ortalıktan kayboldu. Aradım sordum gören yok. Hastaneden telefon geldi, koşarak gittim. Parkın birinde kalakalmış, can çekişmiş resmen kimse yardım etmemiş. Etmezler tabi korkarlar, yaklaşamazlar onlar da haklılar. Bekçi bulmuş, ambulans çağırmış sağ olsun. Oğlum komaya girmiş; nefes alamaz olmuş, tansiyon çıkmış, titriyor öldü ölecek. Düşünsene kızım, ne çilelerle büyüttüğün evladın gözünün önünde elden gidiyor. Dayanamadım kendimi dışarı attım ağladım ağladım… Allah’a dua ettim, “Yıllardır didinip durdum, ne olur bırakmasına yardım et.” diye. Az kalsın isyan edecektim tövbe ettim.
Sabaha kadar gözümü kırpmadan bekledim. O günden sonra eve kilitledim.
Geçen gün: “Allah rızası için yeter be oğlum. Ben eski oğlumu geri istiyorum. Tedavi olacaksın başka yolu yok. Bu kez bırakacaksın.” dedim ona. Sustu, tek laf etmedi. Akşam yanıma geldi beni ciğerimden vuran bir soru sordu, o an yeniden öldüm sanki.
“Anne, benim eski halim nasıldı?” bu soruyla alt üst oldum. Çocuğum eskiyi hatırlamıyordu. Resimlerini çıkarttım, eskiden neler yaptığını anlattım. Bölük pörçük hatırladı anlattıklarımı. İki gün geçti üzerinden tedavi olmak istediğini söyledi. Şimdi evde yatıyor tedavi olmak için bir yer bulduk. Doktor, “Yirmi yıl bırakıp başlayanlar var.” dedi. Bu sefer o da istiyor, dayanması için Allah’a yalvarıyorum.” dedi kadın yutkundu.
“Ne çok konuştum, anlattım senin başını ağrıttım evladım.” dedi sonra.

Akşam olmak üzereydi. Cemile gülümsedi. “Sizden bugün evladını kurtarmaya çalışan bir annenin mücadelesini dinledim. Farkına varamadığım birçok şeyi sayenizde anladım.” dedi. İkisi birden kalktı. “Oğlunuz en yakın zamanda kurtulur inşallah.” dedi kadına ayrılırken. Telaşla yürüyen kadının peşinden baktı kız düşünceliydi.
Eve dönmek için kestirme yolları tercih etti Cemile. Sokak lambaları yanmış yansımaları yollara düşmüştü. Karanlık sokağı, hafifçe aydınlatan ışığın izlerini takip etti. Bahçeli bir evin duvarından taşan dalların arasında bir karaltı gördü. Ürkerek baktı karaltıya. İki büklüm olmuş kolları aşağı sarkmış bir delikanlı duruyordu. Hiç kıpırtı yoktu. Kadının anlattıklarının etkisinden henüz çıkamamıştı. Bir günde iki kez aynı olaya denk gelmesi şaşırtıcıydı. Olduğu yere çakılı kaldı kız. İzlemeye başladı.
Yanından geçen adam: “Bonzai içmiş yaklaşmayın. Yazıktır bu çocukları ziyan ediyorlar.” dedi kıza doğru konuşarak.
Delikanlı kıpırdandı, ellerini sallamaya başladı. Dizlerini tutarak ovaladı sallanıyordu. Yavaş yavaş doğruldu. Cemile ışığın yansımasıyla yüzünü gördü. Elini kalbine götürüp nefesini tuttu. Tertemiz bir yüze sahip delikanlının hali içine dokunmuştu. Giyimi kuşamı gayet güzel ve düzenliydi. Bu maddeyi alıştıranların hiç mi vicdanı yok? diye düşündü.

Kendine gelmeye çalışan genç, eliyle kollarını, bacaklarını ovaladı. Saçlarını düzelttikten sonra adım atmaya çalıştı. Yavaş adımlarla ilerlemeye başladı. Cemile hâlâ onu izliyordu. Hiçbir şey yokmuş gibi yoluna devam eden bu gencin evine gittiğini, annesini kurduğu sofraya oturuşunu hayal etti. Farkına varamayan anne evladına çeşitli yemekler yapmış, mutluydu. Gerçekten böyle mi oluyordu? Tertemiz yetiştirdiği çocuğunun bir kurban oluşunu belki de biliyordu. Ruhunun daraldığı hissetti kız. Kadının anlattıklarından sonra bu görüntü onu iyice sarsmıştı.
Eve gittiğinde kardeşinin yüzüne daha dikkatli bakacaktı.
Genç, gözden kaybolmak üzereyken peşinden yine baktı kız.
Bir gün o da annesine: “Anne, benim eski hâlim nasıldı?” diye soracak mıydı?”