Fotoğraf çok yakında buraya eklenecek...

AZAZİL’İN KAPISINDA

Öykü: Recep Seyhan

(…) Muhayyilemin zamanın dehlizlerinde dolaşma gücünü görmek beni dehşete düşürüyordu: Bir sabah kalktığımda ya güneşi doğmamış bulursam? Ya geceler bir daha gelmezse? Ya akşam konuştuğum dili sabah kaybedersem? Ya denizler taşıp okyanuslar dünyayı istilâ ederse? Yıldızlarda neler yaşanıyordu? Büyükbabama oralarda bir yerlerde rastlayabilir miydim?

Bir gün insanlar için ölümün yok olduğunu düşündüm: Ölüler kalkıp dünyayı işgal etmişler, dünyadakiler; babalarından, dedelerinden, anlatırken yere göğe sığdıramadıkları tarihî şahıslardan dünyayı kurtarmak için ellerindeki bütün güçleri seferber etmişlerdi. İnsanlar dünyaya sığmaz hâle gelmişlerdi ve pirene balıkları gibi birkaç dakikada ne varsa yiyip bitiriyorlardı. Dünya yaşanmaz hâle gelmişti. İnsanlar bu kez ölümü aramak için yollara düşmüştü; bütün mesailerini buna harcıyorlar, hayatı devam ettirmek için işlerine bakamıyorlardı. Bilim merkezlerindeki tüm araştırmalar ölümün olduğu yere ulaşmak içindi. Zamanla bu çalışmaların, kendi akışı içinde, insanlara iaşelerini sağlamak için iş alanları ürettiğini kurguluyordum. Sonunda göklerde, gezegenlerden birinde ölümün varlığı haber alınmıştı ve insanlar bu kez uzaya göç etmek için kuyruğa girip gök dolmuşlarına sıra numarası alıyorlardı. Dünyada her insan artık ölümü tatmak için yaşıyor, bu amaçla kazanıyor ve bu amaç için biriktiriyordu.

Buna benzer hafakanlar beynimi kemiriyordu.

Dostum Müstantik’le zaman zaman bir araya gelir, bir beyin zelzelesi yaşardık aramızda. Konu hiç değişmezdi: ‘meçhule hükmetme’ sondajları… Bu beyin zelzelelerinden birini de gelirken vapurda yaşamıştım. Kamaranın lombozundan içeriye hücum etmeye çalışan köpüklü dalgalar kabarıyor, azgın bir timsahın ağzında bir lokma balık gibi kalıyor vapur.

Olanları seçmeye çalıştığım bir sırada başka bir kareye geçmiştim: Baktığım yerde, gözlerimin görüş alanını sonuna kadar açan bir pencere. Denizin sonu. Uzaklarda bir yerde sahil; o sahilden sonra başlayan dağlar. Dağların gökyüzüyle buluştuğu yerde, yalnızlığın burcunda ‘dipsiz ufuklar’… Dağların beni çağıran daveti. Atım, uçsuz bucaksız çayırlık alanları geçerek beni bu dağın eteklerine doğru uçuruyor. Ulaştığım dağın yamacında, atımla konakladığım yerde dağa sesleniyorum: “Söyle bana dağ! Menzil nerede?” Dağ, bana aradığımın bu ‘dağın arkasında’ olduğunu söylüyor. Kalkıyorum ve atımı hazırlayıp mahmuzluyorum. Kelebek gibi uçuşan, atımın yeleleri değil ruhumdu. Atımın üzerinde yarıp aştığım mesafelerden geride bıraktıklarımı dağ alıçları topluyordu. O sırada mesafelerin önümde un ufak olup erimesi; madde, şekil, mekân, varlık ve ‘emniyet duygusu’nun şuurumda paramparça olması, şaşırtıcı biçimde, içimde bağdaş kurup oturan ben’in sırtını tapışlıyordu. Bin bir meşakkatle ulaştığım dağa vardığımda o da bana benzer şeyi söylüyordu: “Aradığın benim arkamda.” Böyle böyle önümdeki bütün dağları aşıyorum. Karşıma tekrar bir deniz çıkıyor.

Atımı denize sürüyorum.

Abandığım yerde atın uçuşan yelelerinin yüzümü efil efil okşadığını hissediyorum. Atlı yaklaşıyor, vapura sokulacak neredeyse; duracak gibi görülmüyor. Son anda, beklemediğim bir şekilde ön ayaklarını tırısa kaldırmış olarak vapurun üzerinden atlıyor. Karşı bordaya koşuyorum peşinden. Beni dehşete düşüren bir kareyle karşılaşıyorum: İşte, büyükbabamın kestane dorusu atlarından Mazlum. Üzerinde, engin ufuklardan çıkıp yeleleri savrularak rüzgâr gibi vapura doğru gelmekte olan atımla birlikte dağın arkasındaki ‘ufka doğru düşüyorum.’

Atlı nereye gitti veya nereye düştü?

Bu gibi durumlarda hep Büyük İskender’i düşünüyorum.

O yere, atlının ulaşacağı yere vardığımda bu iç zelzele dinecekti. Bundan emindim. Cinnet geçirmeye ramak kala fark ettiğim bu önemli ayrıntıdır ki o bana yaşadığımı ve yaşayacağımı söylüyor; esnememi, bir espriye gülümsememi, okumamı, düşünmemi, üretmemi, ızdırap çekmemi, ağlamamı, bakmamı ve görmemi, direnmemi; kısaca bir sürü melekenin hayatımda kendine yer bulduğunu bana ihsas ettiriyordu.

Komedi Sokağında, beynimi ısıran gülme sesleri arasında adımlarımı hızlandırdım.

Koca şehir içine büzülmüş, el ayak çekilmişti. Esasen aylardır bu şehirde yaşadığım hâlde çıkışta geçmek zorunda olduğum Komedi Sokağından ve beni kaldığım otele götüren Sorbon Sokağından başka iyi bildiğim bir sokak bile yoktu. Param olduğunda ara sıra uğradığım Garipyan’ın Lokantasından başka ikinci bir mekânı da bilmiyordum. Bu şehre her gün güneş doğuyordu. Şehri de güneşi de hiç görmemiştim. Bu şehirde güneş ne taraftan doğardı, nereden batardı, kuzeyi ne taraftır, batısında ne vardır, o dünyaca ünlü kule ne tarafa düşmektedir, tanınmış caddeleri nerededir; bu şehirde bir hayat var mıdır; varsa nasıldır? Bunların hiçbirini bilmiyordum. Paris benim için kaldığım otel, kaldırımlarında yürüdüğüm birkaç sokak, Garipyan’ın Lokantası ve yürek kızının beni çağırdığı kulüptü. Gece geç vakitlerde eve geliyordum ve kalkamıyordum; dolayısıyla haftada üç gün öğleden sonraları katıldığım dersleri de ihmal etmeye başlamıştım. 

“Bir gün dedim ki, bu şehrin tiyatroları var, sanat galerileri, dünyaca ünlü müzeleri, dans ve konser salonları, kütüphaneleri, bohem kahveleri, meyhaneleri var… Gidecek yer mi yok? Çık şu kuyudan, dedim. Bana baktı baktı ve dedi ki: Sen dedi, bu gittiğin yerleri fethedebilir misin? Cins bir kafaydı.” (Burhan Müfit- Arkadaşı)

Beni gittikleri yerlere davet eden dostlarım da mahzenlere saklanmış meyhanelerin yalnızlığa ağıt yakan dehlizlerinde; ana caddelerin arka sokaklarında, şehrin, sırtında bir kambur gibi taşıdığı eski kâgir binaların rutubet ve küf kokulu, loş ışıklı odalarında geceleyen ve gündüzleyen kadınların koynunda sabahlıyorlardı. Arkadaşlarımın ‘takıldıkları’ bu hayat da benim için yapay mutluluk makyajlarıydı.

Talebe müfettişi Ekrem Nasuh Beyin kulağına birileri kar suyu kaçırmış olmalı ki adam nerelere girip çıktığımı, ne yaptığımı tespit etmekle kalmamış; bunları Ankara’ya rapor da etmişti. Bir gün beni buldu ve uyardı: “Burada yaşamakta olduğunuz bu hayat şekli istihkakınızın önce bir miktar kısılması, sonra dondurulması, devam etmeniz hâlinde tümden kesilmesiyle neticelenecektir.” Talebe müfettişinin bu uyarısının zaman içinde hiçbir yararı olmadığı gibi müeyyide aşamaları da tamamlanmış bulunuyordu. Şefik Ali’nin kapısını çalmak istemiyordum. Arkadaşlarına faizle borç para verirken kırık ön dişlerinin arasından sinsice sırıtan bu adama bir kez bulaşırsam arkası gelir ve tümüyle çıkmaza girerim diye düşünüyordum. Ancak, bu da oldu. Şefik Ali’den aldığım miktarın son kuruşunu da bu akşam yürek kızı aldı. Son bir çare vardı; kaldığım otelden çıkıp daha ucuz ve üçüncü sınıf bir pansiyonda kalarak aradaki farkla yaşamaya devam etmekti.

Aynı yerlerden geçmemek ve yol güzergâhını değiştirmek için ismini bilmediğim dar bir sokağa saptım. Dil öğrenmek amacıyla gönderildiğim bu şehirde, kendimle günlerdir amansız bir savaşın içinde boğuşuyordum. İçimde bağdaş kurup oturan Azazil ve onun adamlarıyla iş birliği yapan ellerimi ve ayaklarımı gördüm vitrinlerde. Yürümeye takati kalmamış ayaklarım peşim sıra sürükleniyordu. Bitkindim. Avını son anda kaçırmış aslanın bütün enerjisini canhıraş bir koşuda tükettikten sonra bitkin ve mecalsiz hâlde, yenilgi sonrası yalpalayarak yürüyüşünü andırıyordu yürüyüşüm. Ellerimin ve ayaklarımın bir dayanışma içinde beni yürek kızının gözlerine çekmelerine suçüstü yaptım vitrinlerde; yürek kızının ‘kezzapla oyulmuş’ ve içine cam doldurulmuş gözlerinin bebeklerinde gördüm kendimi. Akşam keyiflerinin, uğrun sevişmelerin; çocuk ağlamalarının, karı koca kavgalarının, iç çekişlerin, öksürmelerin; zor geçirilen sabahların ağırlandığı barok blokların; içine kapanmış, yalnızlığın ortasında kıvranan evlerin önünden geçtim. Gölgem, havagazı lâmbasıyla aydınlanan sokakta incelip kıvrılarak, dört bir yana dans ederek beni takip ediyor; bir aralık önüme düşüyor sonra uzayıp sünerek tekrar arkamda kalıyordu.

Bir araba, geceye homurtusunu boşaltarak yanımdan geçip gitti.

Gölgem, bir ara karşıma dikildi ve tutuşup yanmaya başladı. Konakta yıllar önce yaşadığım bir karenin aynısıydı gördüğüm: Yemekhanenin arkasında çıkan yangında gökyüzü kıpkızıl bir tavandı. Aşçılar, dadılar, mürebbiyeler, seyisler, uşaklar, arabacılar oradan oraya koşup duruyorlardı. Yanmakta olan eşyaların iniltisi büyükbabamın yüreğine iniyor ve orada acıya dönüşüyordu. Alevlerin çıkardığı çatırtı, çığlık atarak devrilen kolonlar, payandalar, döşeme tahtaları; göğün tavanını boyayan renk cümbüşü arasında ruhumun fokurdayan sesini işitmiştim. Sonra renklerin dansı başlamıştı; kızıl, sarı, turuncu, mor, turkuvaz yeşili, neftî renkler…Korkup ürpermiştim; büyük dayıma sarılmıştım. (Yalıya gece hırsız girdiğinde de böyle olmuştu: Ateşler içindeydim. Perdeler sabaha kadar cinlerle oynaşmıştı o gece; kulağıma çığlıklar gelmişti. Halama sarılmıştım.) O anda yer yerinden oynamıştı; arz sara tutmuş da yer altı odalarında püskürtme egzersizleri yapan volkanik likit-sülfür parçaları homurdanarak başıma tonlarca yük bırakmıştı sanki. Eriyikler, çığlıklar arasında önce kaba bir oduna, sonra kömüre ve küle dönüşmüştü. Her biri sanat harikası olan biblolar, tavan döşemeleri, dedemin astragan kalpağı, maun İngiliz koltukları, şamdanlar, askılıklar, türlü çeşit eşyalar…  Yangından kurtulmam için pencereden aşağıya sallanan ipe tutunduğumda ipin urgana dönüştüğünü ve o arada boynumun urganla fısıldaştığını hissettim.

Orada bütün çokluklar tek bir maddeye dönüşmüştü: Kül.

Müstantik ilk soruyu sormuştu orada: Küllerin içinde büyükbabanın dor atı Şahin’in eyerini bulabilir misin?

Sadece bu mu?

Küllerin içinde dadımın pamuk ellerini emen eldivenler, cici annemin yumuşak dizlerini ağırlamış minderler, annemin İsfahan halılarına dökülmüş gözyaşı damlaları, halamın gelinlik çeyizleri, çocuk yaşta bilinmeyene ulaşmış olan kardeşim Sevda’nın bana verdiği ısırılmış elmanın kesmikleri, dayımın fesinin püskülleri, büyükbabamın kestane dorusu atlarının koşum takımları… Hepsi tek bir nesneye dönüşmüştü.
O yangının ruhuma attığı çentikler işte yıllar sonra burada, karşımda, gölgemde tekerrür ediyordu.

— (Recep Seyhan – AZaZil’in Kapısında adlı kitaptaki aynı adı taşıyan uzun hikâyeden)