Fotoğraf çok yakında buraya eklenecek...

İSKELEDE

Öykü: Recep Seyhan

Kimse yıllarca görmemiş, kimse farkına varmamış, orada, iskelenin girişinin hemen sağ köşesinde unutulmuştu sanki. Sadece bu da değil; unutanlar onu orada unuttuklarını da unutmuşlardı.

Ayaklar akıyordu hemen önünden; birbirine iltifat eden, telefonla konuşan, konuşurken karşısından gelene son anda çarpmamak için ani bir gerdan kıvırışla savuşup giden, içinden öyküler akan, yüzlerine sirke dökülmüş hareketli ölüler geçiyordu…

Çömelmiş olduğu o köşeden gelip geçenleri izliyordu sırtını iskeleye dayamış olarak.

Köşeye ilişmemişti de sanki oraya biri gelip yapıştırmıştı onu, orada öyle kımıltısız ve sessiz sadece duruyordu.

Gözleri, derin bir kuyunun içinde gizlenmişti sanki oradan; bir türlü seçilemeyen, mahiyeti de bilinmeyen uzak köşelere bakıyordu.

Dikkatle bakarsanız bir yere bakıp bakmadığından da emin olamıyordunuz, hatta eğilip yerinde inceleme yapmazsanız bir gözleri olup olmadığını kestirmek de zordu.

Bakışlarını uzaklardan çektiğinde asker postalına benzeyen ayakkabılarına bakıyordu uzun uzun; sonra ayakkabının gevşemiş bağcıkları ile oynuyordu.

Düşündüm ki baktığı yerden mor salılar, benzi atmış cumartesiler geçiyordu, ayakkabının bağcıklarına dolaşıp kalan saatler, gözlerinin feri çekilmiş zamanlar, bulutları yerinde donmuş bir gökyüzü; sonra sararmış ikindiler, lambaları yanmayan akşamlar geçiyordu; görülüp unutulmuş rüyalar, düşlenmiş gelecek zamanlar, sonra bir türlü gelmeyen o zamanlarda kullanılamayan tasavvurlar geçiyordu.

Paltodan bozma kaban görünümlü uzun ceketi is pas içindeydi ve uzun, dağınık, siyah saçları yağır bağlamıştı.

Bir anda kanatlarını çırpıp hareketlenen çevik bir kartal gibi yekindi ve hışımla ayağa kalktı. Kendisine iyice yaklaştığı anlaşılan tehlikeye doğru saldırıya geçecek gibi ileri atıldı fakat saldırmadı. Sadece kendisinin gördüğü boşluktaki yok’un yakasını toplar gibi ellerini yukarıdan kavuşturdu ve dişlerinin arasından “sen benim kim olduğumu biliyor musun lan?” diye bağırdı.

Onun oradaki varlığını ilk kez görenler, kavga tonunda çıkan bu sesten tarafa, kaygı verici bir bakışla, mahalline yönelir gibi değil de rüzgârın çatıdan düşürdüğü bir çangala ya da her nasılsa oraya savrulup tıngırdayan bir atık eşyaya bakar gibi anlık bir göz kaymasıyla baktılar. Esasen, bakanların bakışı da sesin geldiği yere odaklanacak düzeyde bir bakış değildi.

Dolayısıyla oradan geçen -bir iki kişi dışında- kimse onun bu bağırışını duymadı ve ‘yok’ ile kavgasını ayırma girişimi de olmadı.

“Ben adamı lime lime doğrar, sonra parçalarını martılara yem ederim lan” diye kükredi bu kez yok’a doğru.

Yerinde efelenerek şöyle bir esnedi; sonra birkaç adım ileri çıktı ve sunturlu bir küfür eşliğinde yok’a doğru bir tekme daha savurdu.

O sırada sıradaki hamleler için gerilmiş bir yay gibi her an tetik durumdaydı.

Öyle bir süre bağırıp çağırdı, sonra geri yerine döndü ve çömeldi tekrar.

Bu sırada, ses tonunu düşürerek, beni istediği zaman kullanabileceği bir eşya sanıyor, diye sokurdandı.

Yok’a olan öfkesini bir süre bakışlarıyla sürdürdü oradan; sonra az önceki derin suskunluğuna gömüldü.

Kısa bir meşguliyetim oldu o arada, sonra baktım ki yerinde yok.

Tekme savurduğu boşluktaki o ‘yok’ da yoktu; ikisi de kaybolmuşlardı.