SESLERİ DELEN BİR SES

SESLERİ DELEN BİR SES

Öykü: Recep Seyhan

(…) Orta yerde derin bir sessizlik vardı. O sırada, bütün bir köye; evlerin saçaklarına, avlu girişlerine, kapı eşiklerine, köy içindeki tozlu yollara, hayvan eğreklerine, asırlık dut ağaçlarının dallarına, tavuk pinekliklerine, seren böğürlerine, samanlık diplerine katmanlı kavisler çizerek yayılan o sessizliğin tanımsız sesini herkes duydu. İşini aşını bırakıp aynı amaçla oraya toplanan kavruk yüzlü insanlar, o irkiltici sesin icra ettiği bir münzevi dinletiye kulak kesilmiş gibiydi. Gerilmiş bir sessizliğin sarkacında asılı kalmış bir yürek burkacıydı hissedilen. Belki de tam tersiydi; kulak frekanslarının algılama sınırlarını aşan bir ses vardı da o sesi kimse duymuyordu. Belki de bütün bunların dışında başka bir şeydi; bütün sesleri bastıran, sesleri delen bir sesin oraya abanmasıydı yaşanmakta olan.

Kadınlar cami avlusunun kapı girişi tarafında sokağa taşacak şekilde yaşmaklarını burunlarına çekmiş olarak bekleşiyorlardı. Erkeklerin bir kısmı şadırvanda abdest alıyor, çoğunluğu da huzurda saf tutmak üzere hazırlık yapıyordu. Ayaklar yerlerde sürüklenir gibi, yaylanır gibi dolaşıyor; insanlar, çok sesli bir kaynaşmanın eşliğinde sanki kendilerine verilen son bir fırsatın son adım denemelerini yapıyorlar gibi isteksiz isteksiz kımıldıyorlardı. Bu kımıldanışlardaki isteksizlik insanların sadece adımlarında değil; önlerine topladıkları ve nereye koyacaklarını kestiremedikleri ellerinde, açık mı kapalı mı olduğu belirsiz gözlerinde, içlerinde birikerek çoğalan ve sonra bir saatin dolmuş zembereği gibi belirli aralıklarla burunlarından boşalıveren soluklarında da vardı.

Her iki tarafta da kalabalık her geçen dakika artıyordu. Bakışlarında derin bir sancı vardı insanların; kadınlar ve erkekler, orada yaşanmakta olanın ağırlığını taşıyamayacak düzeye ulaşmışlar da, yükü birbirlerine dağıtıp pay etmenin yarışı içindeydiler sanki. Ara sıra bir ağıdın başlangıcını andıran bir inilti duyulsa da bu inilti; yeni çıktığı yolda yolculuğunu tamamlayamadan; ucu, kumullu bir zeminin yatağında kesiliveren bir çay suyu gibi yitip gidiyor ve duyulmamışa dönüyordu sonra. Bir süre sonra tekrar başlayan ağıtsı iniltiler, yerini derin bir sessizliğe bırakıyordu.

“Çok gençti hay gidi, mayıs ekini gibiydi” dediği duyuldu bir kadının, kıpkızıl olmuş gözlerini yaşmağının ucuna silerken.

Hoca efendi, yönü cemaate dönük olarak sorgulama için safların düzelmesini ışmar etti; sonra abdest alan birkaç kişinin de yetişmesini bekleme sürecine girildiğini ifade etmek için dikelerek, huzurundaki topluluğu; arka sıralardaki ve şadırvan tarafındaki hareketliliği gözleriyle taradı; yaklaşalım! diye ünledi sonra.

“Yeni çalınmış bir ağartı gibiydi” dedi başka bir kadın kadınlar tarafında.

Kadınların ve erkeklerin yüzlerindeki derin çukurlardan her birinin içine açılan sayısı belirsiz yollar vardı. O yollardan gidildiğinde, kabuk bağlamış ağrılara, incelip oyulmuş acılara; tarlalarda, evin ıssız köşelerinde, şurada burada yıllarca milim milim dokunmuş iniltilere, ağıtlara ulaşılırdı. O yollardan birinde, Kadınge’nin yıllar önce hummadan ölen ve hastanede kalan; şehir mezarlığına defnedildiği için de mezarı bile bilinmeyen oğlu Mükerrem’le karşılaşılırdı. Sonra, yine yıllar önce dedesi Tünek Kutbeddin’in cenazesini almaya giderken yolda geçirdiği trafik kazasında ölen on dokuz yaşındaki Yusuf’la karşılaşılırdı.  Sonra, yıllar önce köyün başındaki Ala Dağ’dan gelen selin, yatağına yakın evlerden alıp götürdüğü üç genç can da vardı o güzergâhta.

“Çok körpe daha, ne olacak o çocuk?” deyip höykürdüğü işitildi bir erkeğin.

Derin bir uykudan benirleyerek uyanma sonrasını andırıyordu yüzler ve bu yüzleri tek tek tarayan, sesi kulakları delip sinelere ulaşan hışırtılı bir alaf vardı orta yerde.

Hoca efendinin tam da “hatun kişi niyetine!” dediği bir anda bir ses yükseldi kadınların bulunduğu taraftan, tiz ve yürekleri delen bir ses.

Bütün sesleri delen o ses, ilkin saniye saniye kabaran iniltiyle başlayıp imdat sirenini çağrıştıran ani bir yükselişle yürekleri parçalayan bir feryada dönüşmüştü bir anda.

O sırada, kavakların tepesine konuşlanmış bulunan kargalar, verilen bir komuta uymuşçasına, bulundukları yerden bir gürültü korosu eşliğinde havalandılar; fakat karga sesleri çocuğun sesini bastıramadı.

Çocuğun sesi bir anda zihinlerin bütün duraklarına girdi; bütün bakışları kuşattı, orada olan ve olmayan herkesin kulağına ulaştı.

Bütün sesleri delen o ses, girdiği her bir durakta oradan gelip geçen düşünceleri, sözcük kımıltılarını, telaffuzuna teşebbüs edilmiş kelimeleri, duygu akışkanlıklarını, akıp giden başka düşünceleri yarıda kestirip hepsini peşine taktı o anda. Bütün kuşatıcılığıyla ve yakıcılığıyla oradaki kadınların ve erkeklerin yüreğine oturdu sonra o ses; orada genişledi, yayıldı ve her bir beyinde zihinlerden hiç silinmeyecek şekilde konaklayacağı bir yer edindi. Ses, orada bulunanların zihinlerine öyle güçlü ulaştı ki sesin onların her birinde bıraktığı etki diğerinde bir eksilme veya azalmaya yol açmadı; tersine herkes, bütün sesleri delen o sesten aynı anda, aynı tonda, aynı şiddette, aynı hacim ve aynı genişlikte payına düşeni aldı.

Bu ayırımın farkına varanlar da şaştı doğrusu bu işe.

Erkeklerin tarafında, bütün gözler kadınlardan yöne çevrilmişti.

Kadınlar cenahında ise bir kaynaşma ve uğultuyla beraber sesi dindirmek için olağanüstü bir hareketlilik vardı; fakat onca çabaya rağmen sesin şiddetinde hiçbir eksilme olmuyordu. Çocuğu susturmak için kadınlar olmadık yöntemlere başvuruyordu: Kimi karnı açtır; kimi altı ıslaktır diyor; kimi çocuğu bir şey ısırmış olmasın; kimi karnı ağrıyordur diyor ve çözüm arayan herkes birbirinden farklı yorumlarda bulunuyordu. Bir şişede hazırlanmış çocuk yiyeceği (ki bu bir mama değil; inek sütü veya undan yapılmış helle idi genelde) yahut halk ilacı kapsamında bir ağrı kesici getirmek üzere evine koşan birkaç kadının bu çabası da sonuç vermemişti.

Tahmin edilen ve dile getirilen bütün sebeplere bir çare olarak oracıkta yapışılsa da bir türlü çözüm bulunamıyordu çocuğu susturmak için.

Çocuk ne şişelerin yüzüne bakıyor, ne de getirilen ilaçları içiyordu.

Bir çözüm olmak umuduyla memeleri süt dolu birkaç kadın emzirmek için gözlerin odaklandığı yere yaklaştı. Yönünü öte dönerek süt dolu göğüslerini emzirmeyi deneyen bu genç kadınlar da umulan neticeye ulaşamadı; çocuk hepsini reddetmişti. Bu şekilde merasimin gerçekleştirilemeyeceği açıktı.

“Ömrün aprulunda mutuna ermeden gitti vay!”

Ağıt yakan bir kadının sözleri arasında anlaşılabilen bir bu cümleydi ve onu da herkes net olarak işitti.

Derken, o zaman genç bir kadın olan, daha o yaşta saygın bir yere sahip, ağzından çıkan her söz itibar gören ve daha sonra namı Kadinge kalacak olan kadına çevrildi bütün gözler. Bu tür zor durumlarda onun diyeceği bir şey olurdu mutlaka; o, kimsenin içinden çıkamadığı en derin problemlere ne eder eder, bir çözüm bulurdu. O da bunun farkında olmalı; kendisine yönelmiş bakışlara cevap sadedinde “Açılın!” diye seslendi.

Bir anda kadınların uğultusu kesildi ve sadece çocuğun sesi kaldı. Ne yapacağını bilen birinin kararlılığıyla “Verin çocuğu bana!” dedi Kadın.

Çocuk, kadının kucağına hemen teslim edildi.

Kadın, tam da çocuğu kucağına aldığı anda sesi kesildi bebenin; ağzı ağlar durumda açık olarak donmuş kalmıştı o sırada; yüzü mosmor olmuştu, eli ayağı hareketsizdi.

Çocuk bir süre, yüzü gövermiş olarak müheykel vaziyette öylece kaldı. Kadından başka herkes tedirgin olsa da bilge kadın bu durumdan tedirgin olmuşa benzemiyordu.

“Bir şey yok” dedi kadın, “Bir uğunma, kısa baygınlık… şimdi geçer.”

Durdu. Kadının durmasıyla herkes durdu; gözlerin sekmesi durdu, yaprakların kımıldaması durdu, civardaki kuşların cıvıltıları durdu…

Çocuğu kucağında bir süre salladı kadın, sonra başparmağını çöktürerek çocuğun alnını ve kaşlarını ovdu, o sırada eline tutuşturulan ıslak mendille baygın yavrunun yüzüne dokunuşlar yaptı; poposuna şaplak vurdu sonra.

Yaklaşık bir dakika süren bu kısa sessizlikten sonra çocuk aynı şiddette ağlamasına kaldığı yerden devam edince, kadın, kucağında çocuk olduğu hâlde erkeklerin arasına daldı; şaşkın erkek bakışları arasında, yetişkin yulaf ekinlerini yararak ilerleyen türü belirsiz bir canlı gibi açılan aralıktan geçip musalla taşına yöneldi.

“Açın tabutu!” dedi kadın. Erkeklerin ne yapacağını tam bilmeyen sorgulu bakışlarına cevap sadedinde kararlı bir sesle “Tabutu açın dedim, duymadınız mı?” dedi tekrar. Tabutun hemen yakınında saf tutan müteveffa kadının yakınlarına özellikle baktı bunu söylerken.

“Merhumenin kardeşleri ve babası dâhil tabutun başında kimse kalmasın; herkes üç adım geri çekilsin!” dedi bu kez kararlı bir dille.

Hoca efendi başta olmak üzere herkes kadının hareketlerine kilitlenmişti.

Çocuğu müteveffa kadının kardeşlerinden birine verdi tutması için; sonra tabuta abandı. Orada ne yaptığı ilk elde tam anlaşılamıyordu.

Kadın, kısa süre sonra çocuğu verdiği adamdan aldı ve cenazenin üzerine bu kez çocukla abandı.

Bir anda çocuğun sesi kesildi.

Ortalıkta çıt yoktu şimdi.

O sırada kadının ne yaptığını hemen herkes anlamıştı.

— (Recep Seyhan – AZaZil’in Kapısında adlı kitapta yer alan Sesleri Delen Bir Ses adlı hikayeden)