
KESTANE AĞACININ RÜYASINI BEYAN EDER
Yazı: Recep SEYHAN
İnsanlar ruhlarını, gökyüzünü tırmalayan tuğyan yüzlü binalara giydirmişlerdi. Şehrin, insanı boğan kementleri vardı, urganları vardı, görünmeyen kıtal malzemeleri vardı. Yolu şehre düşmüş ağaçlar, burada çile dolduruyorlardı ve ormanlardaki ağaçların bundan haberleri bile yoktu.
Yolunda görünen bir şeyle ilgili hesaplarınız ansızın tepetaklak olabilir ya hani bazen ve sonra sil baştan, başa dönersiniz ya… “Sadece insanlar için mi böyledir; yoksa diğer canlılar için de geçerli midir bu?” diye düşündüğüm günlerde; mahallemizin meczubu Suriyeli İbtisam’ın yolumu kesip “Nereye gidiyorsun?” diye sorduğu, sokaklarda çocukların kendilerine oyun alanı aradığı ve o çocuklardan birinin bir otomobilin tekerlekleri altına kaçan topunu ararken orada, sokağın gedikli kedisi Algül’ün “Beni burada olsun rahat bırakın!” diyen dişleriyle karşılaştığı, devlet hastahanesinin emekli müstahdemlerinden Mücap amcanın, mahalle camisinden verilen bir sabah salası ile sokaktan da dünyadan da taşındığının ilan edildiği günlerde o zalim soru gelip bizim kapı önündeki erguvan ağacına musallat oldu.
Bir değil iki ağaçtılar aslında. Her yıl mart ayı ortalarında güneşten ödünç aldıkları rengârenk çiçeklerini çocuklarla paylaştıklarını görüp ferahladığım, son zamanlarda ise akşamları gün batarken birbirlerine sarılıp ağlaştıklarını işittiğim iki ağaç… Biri bizim evin çıkışında, hemen dış kapı önündeki kaldırımda. Diğeri, onun tam karşısında -yine kaldırımda- kendisine zar zor bir yer bulmuş iki ağaç… Bu yaşa gelinceye kadar çektiklerini anlattıkları da olmuştur bana. Onlardan biri, bu anlatımlarından birinde doğalgaz boruları için çukur açıldığında veya yanlış döşenen bir kablonun değiştirilmesi sırasında gördüğü eziyetlerden sonra; son olarak elektrik, telefon-internet kabloları yer altına alınırken orada manevra yapan bir iş makinesinin ısırması sonucu aldığı yaraları göstermişti. Bizden taraftaki karşı tarafa, o da bu tarafa, her ikisi de apartman bloklarına fazla yaklaşmamak için sokağa doğru bükülmüş olarak ayakta durmaya çalışıyorlardı. Uzaktan gören biri, onları iki komşu kafa kafaya vermişler, laflıyorlar sanabilirdi. Bizimki yetişmek için verdiği mücadeleyi kazandığına sevinenmiş görünüyordu. Bu kez, evlere hırsızlığa giren haydutlar için merdiven görevi üstlenmiş olabilir miydi? Biri, mahallenin su tesisatçısı Eymen Usta aynen böyle düşündü ve kesmeye kalktı geçen gün. Dur sus diyen olmuyor baktım, gidip ben bari söyleyeyim dedim. “Eymen abi, bu mahallenin bağlı olduğu bir Belediye var. Onlara haber vermelisin,” demem de fayda etmedi. Adam; bütün biriktirdiklerine; elektrik faturalarındaki kaçak akımlara, güç ve enerji kaybı faturalarına, bilumum fonlara, katkı paylarına; su faturalarındaki ilk, orta ve son okuma bedellerine, artan ve azalan kullanımla68 ra indirdi de indirdi baltayı. Tarafımızdaki savunma hattını da kaybeden ağaç, “Size lazım değilsem kendime hiç lazım değilim,” der gibi hemen teslim oldu.
Ağaç gitti. Diğeri de öksüz artık. Eymen abinin bir bildiği varmış; belediyeden bir gelen olup da kim kesti bu ağacı, diyen de olmadı. İkinci ikindilerde, ağacın etrafında dönmece oynayan çocuklar sık görünmez oldu. Baktım ki ağaçla birlikte su sesli çocukların yüzlerine yansıyan ışıltı da gitmiş. Sadece bu olsa iyi; sabahları kapımın önünde, şehir sürgünü kuşların ara sıra kulağıma gönderdikleri gök mavisi sesleri de gitti, düşlerimin rengi gitti; düşlerimin rengi gidince gökyüzünün rengi de gitti. Ona bakıp bakıp memleketteki bağı ve bahçesiyle iletişime geçen Samire teyze de pencerede görünmez oldu. Belirsiz bir zamanın belirsiz bir deminde uyandığım güne başlarken Algül’ün o gün o ağaca son tırmanışı olduğunu nereden bilebilirdim? Bunu, televizyon antenlerinin üzerinde kendilerine konacak bir mekân arayan yorgun bakışlı kuğular da bilemezdi. Bütün bunların tek bir ağacın altından çıktığına ben de şaştım.
Bu sabah kalkınca kapımın önündeki ağacın yerinden edildiğini bir an unutarak ona doğru baktım. Gözlerimle ağaç arasındaki mesafeyi dolduran boşlukta fingirdeyen sislerin arasında bir başka ağacın varlığını gördüm. Hayır, bu gördüğüm, karşı kaldırımdaki yetim kalan erguvan değildi. Ağaçların birbirleriyle ünsiyetleri olduğunu duymuştum ama bu kadarını beklemiyordum. Kapımın önünde yitirdiğim bir ağacın yokluğuna yandığımı biliyormuşçasına görüş alanıma girerek benimle iletişime geçen veya benim bir şekilde kendisiyle iletişime geçtiğim ağaç; uzak yerlerde başka bir kestane ağacıydı. Babamın o ağacın dibinde doğduğu, hatta onun dalında büyüdüğü bana iletildiğinde veya bana iletilenleri anladığımda ilk mektebe başlamıştım. O ağaç ile hayalimde paylaştığım zamanlardan aklımda kayda değer birkaç kırıntı kalmıştır sadece. Onlardan biri, bebeklik çağında, babamın dalına asılmış kundağını sallamak üzere oraya gittiğimi kurgulamış olmamdı.
Yılar var ki o ağacın dibine varamadım. Varmak istedim; ama bir türlü olmadı bu. O ağaçla aramıza okullar girdi, şehirlerarası yollar girdi, sonra büyük kentler girdi, beton binalar girdi, yutmak üzere hep ağzı açık olan tozlanmış zamanlar girdi… Sonra o yaşlı ve yorgun kestane ağacı, bütün zamanları aşarak bana gördüğü bir rüya ile çıkıp geldi: Anlattığına göre ateşi sidikle söndürenlerin yazıklandığı Hatem Tayî, (Hâtim et-Tâi) uzun yolculuklarından birinde Anadolu’ya uğramış. Saatlerdir yol aldığı hâlde dibinde soluklanıp atını bağlayacağı, hiç olmazsa bohçasını açıp Allah ne verdiyse atıştıracağı bir ağaca da matarasını dolduracağı bir suya da rast gelmemiş. Buraya gelince orada hafif bir yeşerti, çayırımsı bir alan görmüş: Buraya ne ekilirse biter, diye düşünmüş. Heybesindeki kestaneyi toprakla buluşturmuş. Nevalesini atıştırdıktan sonra da kalkıp yola revan olmuş. Yıllar geçmiş, kestane çekirdeği koca bir ağaç olmuş. Yıllar sonra “sahibü’l-hayrat ve’l-hasenat” vasıflı biri suya ulaşmış ve oraya bir çeşme yapmış. Gelip geçenler, bu hayırhah adamın ardından; tuttuğun altın, içtiğin kevser olsun! İki cihanda su gibi aziz olasın, diye dualar etmişler yüzyıllarca. Bizim koca kestane o çeşmeyle yıllarca dostluk etmiş. Bugün bin yılı aşkın bir ömrü olduğu rivayet edilen, dalına babamın beşiğinin asıldığı kestane ağacı işte bu ağaç imiş. Zamanın darbelerinden sonra göğü dikeylemesine ikiye, üçe bölen bir yıldırımın sillesi ile zaten yaşlanmış gövdesinde derin bir yara açılmış. Sonra o yara üreyen parazitlerle büyümüş ve zamanla kocaman bir oyuğa dönüşmüş. Bağrından açılmış koca oyukta kurtlar gecelemiş, fırtınalı günlerde yolcuların sığınağı olmuş o oyuk. Bunca darbeye rağmen meyve vermeye devam etmiş. Yöre insanları kestanelerini değerlendirmeyi bilmedikleri için hep dibine dökmüş. Bağrında kendisinin ‘asgelin’ dediği sincapları, kargaları, börtü böceği beslemiş böyle yıllarca. En sadık iki dostu da sincaplar ve çeşme imiş. Sonra bir gün burnuna halka takılmış hayvan gibi yaşayan biri soğuk bir gün orada konaklamış, oyukta ateş yakmış. Giderken de söndürmemiş. Bağrında yaşayan sincaplar saatlerce tedirgin olmuşlar. Çok geçmeden yolların dilini bilen mürüvvet sahibi biri ağacın gövdesinden yükselmekte olan dumanı görünce havkale çekmiş, nedir hele bu duman deyip de yaklaşınca vaziyeti görüp ateşi söndürmüş; ama işte, koca kestane, yıllarca kendisine gelememiş. Küsmüş ve yarasını tedavi edinceye kadar meyve vermemiş. Gökten düşen cemreler onu böyle bulunca başucunda ağlaşmışlar. Dualar etmişler. Zamanla toparlanmış ve yeniden hayata dönmüş, cemreyi dallarıyla karşılamış o yıl. O yıldan bu yana böyle kötü bir kaza geçirmeden bugüne ulaşmış.
Bugün yılların verdiği yorgunluğa, hoyrat ellerin ettiği kötülüğe ve onca yaşına rağmen nisan ayına doğru gözleri göverir, toprağa düşen cemre ilkin onun dallarına konarmış. İşte bu kestane ağacının rüyasına bir gün Haris İbni (İbn-i) Hemmam girmiş. Kendini tanıtmış: Burada konaklayan hancılar, göçerler, katarlar, sürekçiler o arada “Harirî de beni iyi tanır,- diyip “Hikâyeler anlatmaktır benim işim” diye devam etmiş. Hele senin gibi gelip geçen yolcuları ağırlayan Hâtem (Hâtim) huylu yaşlı bir ağacı görünce dayanamam demiş. Anlat demiş bizim kestane. Hemmam, başlamış ona anlatmaya: “Bir sabah orada, Rey şehrinde halkın bölük bölük sokaklara çekirge gibi yayıldıklarını, at gibi koşuşturduklarını gördüm. Beğendikleri bir vaazı methediyorlar, onu İbni Semun’dan bile üstün görüyorlardı. Halkın bağırıp çağırmasına, itişip kakışmasına katlanarak ben de cemaatin arasına sokuldum. Nurani yüzlüler arasında beli iki kat olmuş, başına takke giymiş, Taylasanlı bir ihtiyar gördüm. Kalplere şifa veren, taşları bile yumuşatan nasihatlerini haykırıyordu:‘Ey insanoğlu! Seni mağrur eden şeye ne kadar da kendini vermişsin! Seni zarara sokan şeye ne kadar bağlanmış, seni azdırana ne kadar uymuşsun! Övülmekten ne kadar hoşlanıyorsun! Yegâne maksadın daima kazanmak, mirasçılar için mal mülk toplamaktır. Ölümü ve onun saldırışını düşün! Onunla karşılaşmak korkusunu ve onun elem ve ıstırabını düşün! İnsanın sonunda varacağı yer bir çukurdur.’ Hemmam diyor ki güneş göğün ortasından çekilinceye, öğle namazı çekilinceye kadar halk gözyaşı döktü; işlediklerine tövbe etti. Tam da seslerin kesildiği bir sırada orada hazır bulunan Emîr’e bir şikâyetçinin ‘Meded!’ sesi yükseldi ve kendisine zulmeden kişinin zulmüne ilgisiz kalan şehrin valisinden şikâyete başladı. Emir, valinin dostu olduğu için bu şikâyeti dikkate almadı. Zavallı adam validen ümidini kesince vaizden nasihatini valiye yöneltmesini istedi. Vali nasihati dinleyince sustu ve rengi değişti. Emir verdi, zalimi buldurdu ve kadı önüne çıkardı. Hemmam bana yaklaştı ve şu şiiri okudu: ‘Bilirsin ki ben öteden beri padişahlara nedimlik eden, güzel konuşan, sözün ve şiirin değerlisine sahip olan bir adamımdır. Sazların veremediği neşeyi ben veririm. Senden ayrıldıktan sonra büyük felaketler vücuduma bir tesir yapamadı ve zaman bana keskin dişlerini batıramadı; benim pençem her türlü avı yakalayan bir tuzak oldu belki. Her sürüyü benim kurdum dağıttı.’ Ona, vallahi dedim sen Ebuzeyd’sin! Gideceği sırada sevindi, ‘Ey anamın oğlu, dinle!’ dedi ve bana bir şiir daha okudu.”
Mahur Beste Dergisinin 7. Sayısından alınmıştır.