BANA HİKAYE ANLAT-ma ÇERÇEVESİNDE KENDİNE YABANCILAŞMA
R.SEYHAN’la BANA HİKAYE ANLAT-ma ÇERÇEVESİNDE KENDİNE YABANCILAŞMA’yı Konuştuk/Senem GEZEROĞLU
Söyleşen: Senem Gezeroğlu
Recep Seyhan’la Bana Hikâye Anlat-ma’dan Hareketle Psikanalitik-Ontolojik Edebi Metin Tahlilleri ve “Kendine Yabancılaşma”ya Dair Söyleşi
1- Öncelikle “kitabınız hayırlı olsun” diyerek söze başlamak istiyorum. Bana Hikâye Anlat-ma’da öykülerinizden farklı bir Recep Seyhan gördüm. Bana göre araştırma-inceleme-tahlil türündeki bu çalışmanız diğer eserlerinizi aşan bir özelliğe sahip. Ele aldığı metnin dünyasına farklı kapılar aralaması, tematik açıdan dağılmayıp sadece ontolojik ve psikolojik tahlillere odaklanması, bunu da diğer alanla ve kuramlarla desteklemesi bakımından kıymetli bir eser. Bu kitabın hazırlık aşaması nasıldı ve ne kadar sürdü, Recep Seyhan neden böyle bir kitap hazırlamaya ihtiyaç duydu desem?
Aslına bakarsanız, kitaba tasarlanmış bir hazırlıkla başlamadım. Her şey kendi tabii akışı içinde gelişti. Ha, şu oldu. Daha önce öykü değerlendirmeleri yazmıştım. Epey zaman sonra onlara dönüp baktım ki o değerlendirmeler benzerleri gibi; yani içine biraz “kuram” sosu eklenmiş, bilgilendiren ve konum belirleyen, tematik “değerlendirme”ler. Bir vesileyle değinmiştim: Ortada çokça değiniler, geniş zamanlı tespitler, bol bol da güzellemeler vardı. Dolayısıyla bol miktarda “değinmen” var, müspit (tespit eden, konum belirleyen) var zaten; ne yapmış oluyorum ki ben?” diye sordum kendime. Bunun, o değinileri yazana da kitabın yazarına da kayda değer bir katkısı yoktu bizce. Bu arkadaşlarımızın emeklerini hafife almıyorum; öyküye ilgiyi beslemiştir o çalışmalar, hikâye gündemde kalmıştır hep, yazan insanlar gönenmiştir, gayrete gelmiştir. İyi bir iş de yapılmıştır. Ne ki işlemin böyle sürüp gitmesini doğru bulmuyordum, ne bileyim bir yerde tıkandığını görüyordum ve gidişi öykü için kendimce hayırlı bulmuyordum. O çalışmalarıma dönersek, orada -yetersiz olsa da- eleştirel ve analitik bir dil de kullanmıştım. Buraya tutunmam gerektiğini düşündüm. Çünkü bu alanda öyküde de romanda da sıkıntılı olmaya başlayan (eskilerin tabiriyle) “munkabız” bir durum vardı. Hemen not düşeyim; bir boşluğu doldurma iddiasıyla yazılmadı o kitap. İddialardan korkarım. Bu alanda daha fazla çalışmaya niyetim de yok zaten. Ben sadece durumdan vazife çıkararak bir giriş yaptım, bir sorumluluğu yerine getirdim diye düşünüyorum. Gerisini erbabına bırakalım.
Başa dönersek… Bir işe yarayacaksam farklı bir şey olsun dedim. Sırf farklılık yaratmak için yapılan çalışmaların yapay durduğu, bu sebeple çok kere başarısızlıkla sonuçlandığı ve kendi içinde başka riskleri bulunduğu ön bilgisine sahiptim. Dolayısıyla bu da çalışmama mahez olamazdı. Kendime sakladığım daha başka sebeplerle de bu nokta benim tarzıma uymayan bir şeydi zaten. Orta bir yol bulmalıyım dedim: Eleştirel bir bakışı giyinerek tahlil yapayım diye düşündüm. Yaptığım işin; kitabın yazarına, öykü yazarlarına, üniversite öğrencilerine, dahası okuyucuya bir katkısı olsun dedim. (Bu, “ezelden öğretmen” olan yapımla da ilgilidir -benzetme bir öğrencime ait-.) Mehmet Kaplan’dan sonra bu alandaki çalışmaların -bazı çalışmalar olmakla birlikte araya giren zamanla kıyaslandığında- yeterli olmadığını düşündüm. Bu arada öykü kuramı üzerine birkaç yazı yazmıştım. O yazılardan bana olumlu dönüşler olunca onlara devam edeyim diye düşündüm. Öte yanda az önce değindiğim o kafamdaki düşünceyi eyleme geçirmek üzere bir tahlil yazısı yazdım. Rasim abi o çalışmayı ilgi ile okuduğunu söyledi: “Felsefeye vukûfiyetini bilmiyordum. Bu yazılara devam et lütfen” dedi. Ustanın da yüreklendirmesiyle peş peşe analitik-eleştirel tahliller yaptım ve bunların çoğunu yayımladım. Yukarıda değindiğim “değini”lerden seçtiğim temaya uygun olanları analitik-eleştirel bir tahlile tabi tutarak yeniden yazdım. Baktım ki gidişat bir kitaba doğru evriliyor. Altı ay temalarımı destekleyen felsefi, psikanalitik kaynak kitaplar okudum. Notlar aldım. Kitabın yazılışı da bir altı ay sürdü. Kitabın çıkış hikâyesi özetle bu.
Görüşlerine önem verdiğim değerli bir insan, kitabın çok farklı olduğunu ama orada işlediğimiz temaların öykülerimize de yansıması gerektiğini söyledi. O dostumuzun son iki kitabımızı okumamış olabileceğini düşündüm; çünkü kitapta işlediğim ana tema (varlık bilinci, varoluş problemi) Azazil’in Kapısında’da en az dört; Metal Çubukların Dansı’nda ise öne çıkan öykülerde işlenmiş konulardır. Bir öykümüzde de şeylerin ‘var’lığı ve insanla bütünleşen tarafı işlendi. Bunların yerini işaretlemek bana düşmez. Bu hikâyelerden üçü incelendi. (Biri, Türk Edebiyatı dergisinde yayımlandı. Diğer ikisinin ise iki farklı eleştirmen tarafından bu çerçevede daha kapsamlı incelendiğini ve yayımlanmak üzere dergilere gönderildiğini biliyorum (Kasım 2017).
2- Üç bölümden oluşan kitabınızın ilk bölümü “Öykü Yazıları”, ikinci bölüm “Ontolojik-Psikolojik Metin Tahlilleri”, üçüncü bölümse “Genç Öykücüye Mektuplar, Değiniler”. İlk bölümde okuru kitaba hazırlamak amacıyla öykü-hikâyeye dair genel bir giriş söz konusu. İkinci bölümde ise, özellikle üzerinde durduğum kuramsal okumalar ve kendine yabancılaşma teması metin merkezli bir yaklaşımla ele alınmış. Üçüncü bölümde de genç öykücülere mektupları, öyküye dair tavsiye ve notları okuyoruz. Özellikle ikinci bölümdeki metinleri neye göre seçtiniz desem? Bunlar kitabın omurgasını oluşturacak ve önceden seçilmiş metinler miydi yoksa kitabın şablonu belliydi de metinler ona göre mi tercih edildi?
Bu konuda bana şöyle bir eleştiri geldi (mealen): “Öyküde kendini kanıtlamış, başarısını tescillemiş yazarları seçmişsiniz. Bu yazarların haklarında yazılmaya ihtiyaçları yok. Genç yazarlara yönelmeniz daha iyi olmaz mıydı?” Öncelikle, edebiyat dışı bir maslahata (eş dost gönüllemeye, ahbap-çavuş ilişkilerine, “arkadaş”a kıyak çekmeye, bir yayınevini gözetmeye) yönelik iş ve işlemleri eleştiren biri olarak; bir yazarın, hakkında “yazılmaya ihtiyacının varlığını veya yokluğunu” hiç düşünme(di)m. O kitapta yakından tanıdığım bir yazar dostumu eleştirdim; ama eskilerin “adalet, eşyayı yerine koymaktır” sözü fehvasınca hakkını da teslim ederek. O hikâyecimiz, dönüp de bana gönül koymadığı gibi kendisine yaraşır bir olgunlukla karşıladı. Daha tanınmış bir yazarımız ise kendisinden beklediğim bir olgunlukla teşekkür etti ve eleştirilerimden istifade ettiğini ve dikkate alacağını söyledi.
Gerçi kitapta “genç yazarlar” da var ama yine de yukarıda alıntıladığım eleştiri canım başım üstüne. Ben de öyle düşünüyorum. Peki, olan ne? Şu: Yukarıda değindiğim gibi seçilen yazarların üçü dışında diğerleriyle ilgili daha üç-dört yıl önce “değini” yazmıştım. (Bunlar, o yazıların yayımlandığı dergilerin geçmiş yıllara ait sayılarında vardır) Onlardan seçtiğim temaya uygun olanları tekrar seçtim ve yeniden yazdım. “Kendini kanıtlamış” üç yazarın seçimi ise metinlerinin temamıza tam da uyumuyla ilgilidir. Tema’mıza gelince: Metinden önce seçtiğim temalar vardı. Belirsizler-boşluklar, hakikatin saklılığı, varlık bilinci gibi. İlk temayı edebiyatımızda yoğun olarak işleyen bir yazardır Toptaş. Ana temamıza ilişkin bol malzeme sunan bir metni, sırf yazarı ünlü diye seçmemeli miydik? Bir de öteden beri “şeyler” beni çok ilgilendirmiştir. Şeyler, yani varlık, nesneler, eşya… Buna bağlı olarak varoluş, şeylerin içindeki/arkasındaki görüngüler… Varlık kendi içinde varoluşu; o varoluşsal problemleri; o yabancılaşmayı; yabancılaşma da “kendine yabancılaşma”yı davet etti. Bunlar da metne ontolojik yaklaşımı. Konu budur. Genç Öykücülere Mektuplar bölümü ise öykü atölyesinde verdiğimiz derslerdeki konuşmalarımızdan alınan notlardan çıktı.
3 -“Çalışmamız, ontolojik ve psikanalitik yöntem ağırlıklı olsa da kendimizi hiçbir eleştiri kuramının verileriyle kayıtlı hissetmeden özgür bir hermenötik alanda dolaştık.” diyerek çalışma yönteminizden bahsetmişsiniz. Kitaptan da anlaşılacağı üzere Heidegger, Lacan, Jung, Barthes, Husserl, Ricœur başta olmak fenomenolojiden hermenötike, psikanalizden arketipe, yapısalcı dilbilimden yapısökümüne çok çeşitli bir okuma alanı oluşturulsa da ontolojik-psikolojik yöntem merkeze alınmış. Hepsini bir arada kullanırken bunu başta tutmanızın sebebi nedir acaba? Sizce psikanalitik yaklaşım bir metni çözümlemede diğerlerinden daha mı önemli, daha mı elzem?
Hayır, daha elzem değil. Tespitimize göre, nehrin bulunduğumuz taraftaki yakasında psikanalitik tahlil pek denenmemiş. Beni bu incelemeye götüren ilk saik şudur: Tespitimiz doğruysa -psikanalitik tahlil bir tarafa-“Ben’in içindekiler” ya da alt birimleri (meleke, garîze, tab’, hulk, mizâc, seciye, şâkile) sadece edebiyatımızda değil teolojik kaynaklarımızda bile yeterince işlenmemiştir. Analitik incelemeden söz ediyorum. Alt birimlerini geçtik edebiyatta nefisin kendisinin işlenmesi bile sınırlıdır. O da Tasavvuf Edebiyatı’ndaki nefise yönelik manzumeler, Yunus’un Risaletü’n Nushiyye’si, Bektaşi geleneğindeki şathiyeler… Rasim Özdenören’in İt hikâyesi aklıma geliyor bir de. Mensur alanda, tasavvuf ve ilmühal kitaplarında ise “Ben” nefis ile eşdeğer görülmüş ve nerede görülürse ezilmesi “emredilmiştir”. Kitapta değindim, “nefis” yok edilmesi gereken bir şey değil, tanrılaşmaya meyilli karakteri sebebiyle çıkıntıları bükülmesi gereken (munka’) bir şeydir; fakat unutmayalım onda hayat da vardır. Nefsin yok edilmesi intiharla eşdeğer bir eylemdir. Men edilen ego’nun varlığı değil, denetimsiz bırakılan nefsin bireyin varlığını ele geçirerek kişiyi tanrılaştırmasıdır (25/43). Daha ilerisi var: Nefis, üzerine kasem edilen bir “varlık”tır (75/2). Nihai hedef Benlik’in/ego’nun öldürülmesi, yok edilmesi değil yaşatılması; hatta ikna edilmesi, “mutmain” kılınmasıdır: 89/27, 28. Dahası da var: “Ben”, bizzat kendisi, Büyük Gün şahit tutulan (انفسهم) bir fenomendir: 7/172. Ben rastlamadım bu noktaların irdelendiğine. Yanılıyorsam biri beni uyarsın. Biri bu. Diğeri; bu yöntemi seçişimiz -yine temamızla ilgili ve onunla kayıtlı/zorunlu bir tercihtir. Bu tercihe bizi götüren saik de metnin kendisi olmuştur. Mesela Toptaş’ın metnini incelerken psikanalitik tahlil değil fenomolojik tahlil öne çıktı. Niye böyle oldu? O metin, psikanalitik tahlile değil fenomenolojik tahlile uygundu çünkü. Bu açıklamamız diğerlerinin cevabını da içkin sanıyorum.
4- Biraz da kendine yabancılaşma konusuna değinsek. Kendine yabancılaşma sizce günümüz insanını modernizm-postmodernizm etkisiyle kuşatan bir çember mi yoksa kendine yabancılaşma ile başlayan ya da son bulan bu arayış, öteden beri var olan bir şey mi? Yaptığınız metin tahlillerinden de hareketle ne söylersiniz?
Yabancılaşma, varlık problemiyle doğrudan ilgilidir ve evrensel bir konudur. Arayışın temelinde hakikat-varlık konusu vardır. Varlık konusu bizde de işlenmiştir: IX. ve X. yy’larda Meşşaîlerin tartışmaları, İhvan-ı Safa ve Beytü’l-Hikme’deki tartışmalar, kelam bilginlerinin tartışmaları vb. Bu merkezlerde özellikle Allah’ın ‘var’lığı derinlemesine didiklenmiş hatta tartışılmış bile ama insanın ‘var’lığının tartışılmasını (‘yaratılış’ını, ‘kim’ ve ‘ne olduğu’nu değil ‘var’lığını) naçizane yeterli görmedim.
Arayış, düşünen insan için mütemadidir. Belki de, yabancılaşmanın bir alt birimi olan kendine yabancılaşma dediğimiz şey, insanın kendisini aramaya çıkması sırasında yaşadığı hâllerdir. Konu “varoluşşsal yabancılaşma” bağlamında -mevcut içeriğiyle- bize modernizmle bulaşan ithal bir problemdir. Nereden ithal? 200 yıldır nereden ithal ile meşgul isek oradan.
Günümüzde yabancılaşmayı tetikleyen itkileri şöylece belirleyebiliriz: Metropoller, medya ve iletişim araçları (internet kanalları, smart tv’ler, bilince gizlice döşenen subliminal iletiler, bu içerikte film ve reklâmlar, bilgisayar oyunları) modernizmin sunumları, kapitalin egemenliği, baskıcı yönetimler, savaşlar, küreselleşme vb.
Anlaşılacağı gibi kavram, tümüyle bir medeniyet kriziyle gelen bir tufandır. Kavramın Batı’da bir mesele olarak doğuşunun temelinde ise “Benim varlığımın ikamesi için senin yok olman gerekiyor” düşüncesi vardır. Bu düşüncenin temelinde iki de dünya savaşı yaşandı. Haliyle bu düşünce, son 150 yılın filozoflarının da meselesi oldu. Bu da felsefeye ve dile yeni kavramların, adlandırmaların girmesi; düşüncede, anlamda, anlatım ve yorumbilimde yeni açılımlar demekti.
Biz, edebiyatta kendine yabancılaşmayı ve onun ileri düzeyi olan başkalaşım konusunu ilk işleyen yazarın Kafka olduğunu öğrendik. Başka konularda olduğu gibi bu hususta da zehirlendik.
-Bunu biraz açsak…
Başkalaşım (metamorfosis-transfiguration) konusunu Kafka’dan beş yüzyıl önce Şeyhî (vef. 1431) Hârname’de ironik düzlemde işlemişti. Batılılar, bulgularını adlandırıp kavramlaştırarak taşımakta çok ustalar. Bizimkiler kavramlaştırmaya pek gitmemişler. Nefislerine gurur gelmesin diye kitaplarına adlarını yazmaktan bile imtina eden bir anlayış bu. Sonuç olarak biz adını “kendine yabancılaşma” koymamışız, belki buna bir ihtiyaç da yoktu. Konu bir medeniyet krizi olarak da ortaya çıkmış ve insanlığı tehdit boyutlarına varmış değildi çünkü. Bizde konu, varoluşumuzun tabii bir sonucu olarak görülmüş. Eskiler varlık için vücûd, mevcudat, “kevniyat”; görüngüler için “zevahir”; varoluş için de “mükevvenat”, “hilkat” deyip geçmişler. Bizde yabancılaşmanın kaynağı ezelî ağrı ile ilgilidir. Buna göre dünya, yaban-cı/yalan-cı bir mekândır, “âlem-i kevn-i fesad”dır ve oraya düşen her “misafir” bir gurbete de düşmüştür. Buradan bakılınca konu, -kendine yabancılaşma bağlamında- Şeyhî’den de önce mesnevilerde, halk hikâyelerinde, Feridüddin Atar (vef. 1220)’ın Mantıku’t- Tayr ve Harirî (1122)’nin Makamat’ı gibi tahkiyeli eserlerde işlenmiştir fakat bu bizde bir medeniyet kriziyle mukayyet değil “insanî” ve bireysel idi.
5- Kitapta fazlaca dipnot, açıklama ve başka kaynaklara gönderme var. Bu açıdan da aslında gizli bir okuma listesi çıkarıyor okura. Peki, kitabı hazırlarken sizin en fazla destek aldığınız kitapları sıralamanızı istesek nasıl bir liste çıkar ortaya? Okurlarımız için de belki bir okuma listesi olur diyerek.
Kitapta dipnotlarda yararlandığımız kaynaklar; dolayısıyla çalışmamızda üzerinde çalıştığımız filozoflar, psikanalistler çoklukla eser adlarıyla birlikte yer alıyor. Öte yanda okuyucu ve genç yazarlar için, okuma listesine dair, Genç Öykücüye Mektuplar’da, beni çok rahatsız eden ayırımcılığın tuzağına düşmeden bir liste verildi. Burada tekrar edersem kitap bana gönül koyar.
6- Bu çalışmanızın devamı gelecek mi? Ya da buna benzer başka bir araştırma-inceleme-tahlil kitabı?
Bu soruya da ilk sorunun cevabı olarak ilgili paragrafın sonlarında değindiğimizden tekrar etmemek için oraya havale edelim. Şu kadarını söyleyeyim; kitabın ikinci baskısına ilave olabilir.
Cevaplarınız için çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim. Kasım 2017
Bu yazının kaynağı: “Edebiyatta Nefsin İşlenmesi Sınırlıdır”: Türk Edebiyatı, sayı 535, Mayıs 2018