GÜNEŞİN DOĞDUĞU YERDE ÇERÇEVESİNDE SÖYLEŞİ
RECEP SEYHAN İLE ÖDÜL ALAN KİTABI VE
ÖYKÜCÜLÜĞÜ ÜZERİNE SÖYLEŞİ
– Efendim, öncelikle sizi kutlamak istiyorum; Okur Kitaplığı’ndan çıkan ikinci kitabınız “Güneşin Doğduğu Yerde” ile ESKADER’in 2013 yılı hikâye ödülünü kazandınız. İlk sorumu da ödüller üzerine sormak isterim o halde: Sizce ödüller bir yazar için ne ifade eder? Edebiyata ve yazara bir katkısı var mıdır ödüllerin?
Ödüller, yazarın burnunun büyümesine yol açarsa olumsuz etki bırakır; çünkü büyüyen burun gözün görüş alanını kapatır; fakat kendisini geliştirme ve yeni çalışmalarda aynasını çoğaltma yönünde bir etkide bulunursa yazarın direncine güç katar.
– “Güneşin Doğduğu Yerde” sizin ikinci öykü kitabınız. İlk kitabınızla bunun arasında neredeyse 24 yıl var. Niçin bu kadar beklediniz ikinci kitap için?
Bu 24 yıllık süreye mahkemelik olan ve yarım bıraktırılmış yurt dışı görevi, çok zamanımı alan eğitim kurumlarında idarecilik ve “AugsburgNotları”nda kaleme aldığım bir hukuk mücadelesi sığdırıldı ki, bu süre zarfında şunu öğrendim: Bürokrasi sanatın düşmanıdır. Ama sanat dışı alanlarda boş durmadım: Edebî Metinler I,II adıyla (birinci ciltte şiir, hikâye, roman; ikinci ciltte diğer türler) ders kitabı yazdım. Üstelik bu sürede hikâye yazamasam da hep notlar aldım, daha sonra işlemek üzere yazılacak hikâyelerin malzemelerini topladım. Bu malzemelerden de “Güneşin Doğduğu Yerde” kitabındaki öyküler ortaya çıktı.
– Sayın Hocam, yakından bakıldığında öykü ile hikâyenin farklı kulvarlar olduğunu düşünüyorum. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir acaba?
Öykü ile hikaye arasında nüans dediğimiz ince bir çizgi vardır. Hikâye, içinde Doğu’nun anlatım geleneğine tekabül eden bir tahkiye ürünüdür ve geleneksel olanla daha iç içedir. Modern hikâyenin ise şeceresi Batı’dır. Öykü, Batı’daki “fiction”un karşılığıdır. Fiction, hayal ürünü olana ve kurmacaya tekabül eder ki bu hikâyede de az çok böyledir. Denilebilir ki hikâyede de öyküde de kurmaca ve inşa unsuru ortaktır. Hikâyede farklı olarak anlatıcı, olay nakline daha yatkın bir yerde durmaktadır. Bu sebeple modern hikâyeye geçiş sürecinde hikâye nâkilin (nakledenin) ve naklin gölgesi altında yaşamıştır. Öykü şiir gibi imgelerle yazılır. Öykünün imgeleri; metaforlar, çağrışım ve hareket kabiliyeti oldukça geniş olan kelime veya söz dizimleri hâlinde önümüzde akar. Nakilde gereksiz ayrıntılar bulunabilir ve imge yoktur. Anlatıcı ayağına dolaşabilecek bu riski başarıyla aştığında, hayatından kesitler sunulan kahramanın hikâyesiyle yüz yüze geliriz. Hikâye ile öykü arasındaki diğer en önemli fark, tarafların “gerçek”le ilişkilerinde ortaya çıkar. Hikâyede gerçek, anlatının daha fazla içindedir. Hikâyenin “gerçek” olandan kotarıldığını, öykünün ise kendine mahsus bir gerçeği bulunduğunu söyleyebiliriz. Hikâye, “kişiler”in gerçekle ilişkisine daha fazla sadıktır. Bir öyküde kişinin altı çizildiyse, o öyküde o kişinin hikâyesi okuyucuya yansımalıdır. Öte yanda hikâyede “olay örgüsü” dediğimiz olayın veya durumun hiyerarşik diziminde (siz buna yapısal dizin de diyebilirsiniz) kusursuzluk aranır. Öykü, bütün bu konularda daha serazattır, daha özgürdür. Öykü kendi gerçeğini kendisi kurar. En önemli fark da buradadır. Tam da bu sebeple öyküde anlatılanların gerçeğe uygunluğu denetlenemez boyutlardadır. Gerçeğe uygunluğunun denetlenemez oluşu kurmaca metinlerde ortak bir özelliktir zaten. Buradan bakıldığında hikâyede anlatılanların inandırıcı olması aranabilir fakat öykünün böyle bir bağlayıcılığı da yoktur. Bu şu anlama geliyor; hikâyede anlattıklarınızı gerçeğin hizasına getirmeye çalışma çabanız anlayışla karşılanabilir fakat öykü, hayatın gerçeğine uygunluk veya onunla uyumluluk gibi bir kaygı taşımadığından onun inandırıcılığı ve sahiciliği kendi iç disiplininde kendi ikliminde, anlatıcının kurduğu kozmik, mistik, metafizik veya düşsel evrenin doğal akışı içinde gerçekleşir. Yani öykünün sahiciliği ve inandırıcılığı, gerçeğin safına durduktan sonra bize görünen sahicilik ve inandırıcılık değildir. Başka ifadeyle sözlüklerin bildirdiği “gerçek”in kendisiyle içli dışlı olan “inandırıcılık”la kayıtlı değildir öykü; onun inandırıcılığı inşa ettiği kurmaca dünyanın içinde kendine mahsus yerdedir. O yer, anlatılanların bütünü içinde belirlenmemiş bir yerdir; yani kurmacanın sahiciliği o metnin bütünlüğüne yedirilmiş, orada kaynaşıp erimiş ve kendiliğinden sizin kabulleriniz arasına yerleşmiştir. Siz artık metni okuyup bitirdikten sonra anlatımın bütüncül güzelliği içinde kendinizden geçmişseniz, anlatıcının sizi götürdüğü büyülü dünyada mesutsanız o metnin sahicidir, inandırıcıdır. Bir başka deyişle okuduğunuz metinde anlatılanların sahici mi gerçeğe uygun mu, inandırıcı mı olduğunu aklınızın kıyısından bile geçirmiyorsanız işte o metin sizin söz dağarcığınızdaki “gerçek”i aşmıştır ve kurmacanın ta kendisidir; artık o metne inandırıcılık ve sahicilik gibi kavramlarla yaklaşmanın gereği kalmamıştır. Çünkü öyküde anlatıcı, anlatılanları gerçeğe uygun hâle getirmeyi veya ona yaklaştırmayı değil; bizi anlatılanın kendine ait gerçeğiyle karşılaştırmayı amaçlar. Buna öykünün gerçekliği dediğimiz şey budur. Kurmacanın “gerçeği yeniden inşa” gücü öyküde daha belirgin durumdadır. Son yıllarda öykü, daha da sıçrayarak gerçeğin karşısında (onunla alay edercesine) dans etmektedir. Buradan bakıldığında, ders kitaplarındaki “Yaşanmış ve yaşanması mümkün olan hayat olaylarının gerçeğe uygun biçimde kısa anlatımı” şeklinde özetleyebileceğimiz öykü tanımı tümüyle yanlıştır. Öykücü, hayatın gerçeğini değil, anlattığının (anlatının) gerçeğini sunar bize. Bu, romanda da böyledir.
– “Güneşin Doğduğu Yerde”deki öyküler gerçek bir dil işçiliği örneği. Betimlemeler, iç konuşmaları titizlenilmiş bir dilin ürünleri. Bu dile ulaşabilmek için geçtiğiniz yollardan bahsetseniz bize? Kimlerin izini takip ederek ve nasıl bir çalışmayla bu olgunluğa erişebildiniz öykü dilinde?
Önce, çok okuyarak diyeceğim. Bu konuda seçilmiş yazarın ve ekolün yolundan gitmeyi hiç düşünmedim doğrusu. Bunun belli bir şablonu yoktur; olmamalıdır da zaten. Yapılması gereken yakışanı yapmaktır; geri çekilip ‘bu buraya yakıştı veya yakışmadı’ diyebilmektir. Sonra, yazılacak bir öykünün dilini yakalamak önemlidir. Her konunun kendine mahsus bir dili vardır. İstediğiniz konuyu istediğiniz dille anlatamazsınız; anlatmaya kalkarsanız “bu benim dilim değil” der konu veya anlatı; tutuklanır kalırsınız. Ben de yazacağım öykünün dilini buluncaya kadar sancısını çeker ve bir süre beklerim. Gittiğim her yerde onu taşırım yanımda. O aradığım dil geldiğinde “hoş geldin” derim. Gerisi kolaydır.
Öykülerinizdeki kahramanlar kalp atışlarını hissettiğimiz, ete kemiğe bürünmüş, çok canlı kahramanlar. Sanki bizzat tanıdığınız, bize tanıtmaya çalıştığınız kişiler gibi. Yanılıyor muyum?
Hikâye anlattığım yerlerde bu, böyle evet. Her yazarın anlattıklarında yaşadıklarının şöyle veya böyle izleri vardır. Bunlar hayatın kendisiyle bire bir örtüşüyor görünüyorsa bu, seçilen anlatım diliyle ve hayatın öyküye el sallamasıyla bağlantılıdır diye düşünüyorum. İtiraf etmem gerekirse anlattıklarımda gerçeğin kendisinden yola çıktığım yerlerde zorlanmışımdır. Bunun sebebi kanımızca şudur: Öykü, gerçeğin sınırlarını zorladığı ve onunla yetinmediği için -sanılanın aksine- gerçekle çok da iyi geçinemeyen, kendine özgü bir gerçekliği bulunan bir anlatım sanatıdır.
– Özellikle kitabın en uzun öyküsü de olan “Kadınge” öyküsü. Bu öyküdeki Çavuş Kadın bana çok tanıdık geldi. Ta çocukluğuma götürdü beni. Öykünün bir yerinde de belirttiğiniz gibi galiba Anadolu’nun her yöresinde bir Çavuş Kadın’la karşılaşmak mümkün. Bu öyküde benim dikkatimi çeken başka bir özellik, yazarın öyküye hem dışarıdan bakması hem de bir süre sonra öykünün içine girmesi. Çavuş Kadın’ın torunu Muhsin’in, aynı zamanda yazarın kendisi olduğunu öğreniyoruz. Hatta öyküde Muhsin’le konuşuyor yazar. Zaman zaman da okuyucuya seslenir. Bunu yaparak farklı bir bakış mı getirmeye çalıştınız öyküye? Sanki bilip de bilmezlikten gelir gibi bir şeyleri?
Hikâyeyi sahiplenmiş görünen ve olay örgüsünü takip eden baş anlatıcı, izlediği yerden aşağı inerek (araya girerek) kişisel görüşünü belirtiyor Kadınge ile ilgili. Dediğiniz nokta burası sanırım. Kadınge tipi, Erdem Beyazıt’in (Kadınlar bilirim…) Nazım’ın (Kadınlar, bizim kadınlarımız…) Arif Ay’ın (Bir de kadınlarımız…) Yavuz Bülent’in (Ana şiirleri) Hilmi Yavuz’un (Doğunun Kadınları) şiirlerinde çok nefis anlattıkları kadındır. Bu kadın tipi, Anadolu’da nesli azalmış veya tükenmekte olan “kavruk yüzlü” güçlü, asil ve bilge kadın tipidir. Dede Korkut’un erkek versiyonudur sanki o. Savaş yıllarında kağnılarla yollara düşen de bu kadındır. Bu toprakları “efradını cami ağyarını mani” biçimde bütün boyutlarıyla temsil eden kadın tipidir Kadınge. Bu kadınların anlatılması gerekiyor. Anlatıcı konusuna gelince… Doğrudur; öyküde bir değil, birkaç anlatıcı var. O öyküde yaptığım işi açıklamak bana düşmez; siz eleştirmenlerin yerini bulup bunu oraya yerleştirmesi daha uygundur görüşündeyim. Bu görüşlerin benim için önemli olduğunu özellikle belirtmek isterim.
– Bu öyküde – benimkisi bir kadın duyarlılığı belki- pek çok kişinin es geçeceği bir ayrıntının altını çizmişsiniz: Çavuş Kadın’ın kocası Bayram Hoca’nın tavrı üzerine söyledikleriniz: “Öte yandan hane halkına, özellikle eşine ve çocuklarına hoyrat davranışı, hoşgörüsüzlüğü, onun adaletli kişiliğini yerle bir eden bir özellikti. Bayram Hoca, Çavuş Kadın’ın bana ifadesiyle ‘içeriye zalim, dışarıya halim’ bir zattı”(s.72)Bu uzun öyküde kısacık birkaç satır arasına sığdırılan bu sözler, aslında çok şeyler anlatıyor. Daha ziyade kadın yazarlara kalan, erkek yazarların es geçtikleri, aile içindeki yıpratıcı erkek tahakkümünün kadına ve çocuklara yaşattığı o travmaya kadar gidebilen psikolojik şiddeti vermeye sizi iten neydi?
Bu, içine doğduğum şartların, toprağın bana kattığı tarafla ilgilidir. Kadının -genel anlamda- bu topraklarda kendisi için yaşamadığını, kendini çevresine feda edişini, feragatini, kendinden verişini gördüm, gözlemledim. Kadının o “yıpratıcı erkek tahakkümü” altında örselenen varlığının farkına bile varamadan bu dünyadan geçip gittiğini içime oturan bir yutkunmayla yaşadım. Kadınge, bu gerçeğe ayna tutabildiği ölçüde o hikâye kendisine bir hedef seçmiş ve o hedefe ulaşmış olacaktır.
– “Kadınge” öyküsünden aslında ayrı ayrı birkaç öykü çıkarmak da mümkün gibi. Yazarın Muhsin olarak yaşadığı o okul şapkası olayı mesela. Sonra Çavuş Kadın’ın onca övündüğü okumuş oğlu Süleyman’la ilgili hayal kırıklığı… Bunlar ayrı ayrı öykülere dönüşebilecekken, iç içe geçirilerek bir bütünün parçalarına da dönüşmüşler. Merak ediyorum, bu öyküyü ne kadar zamana yayarak yazdınız?
O öyküdeki her bir fragman içimde yıllarca yaşadı. Bunları zaman zaman not aldım. Kadınge öyküsü 30 yıl önce yazılmaya başlanmıştı. Birinci kitapta “Zamanla Giden” adıyla bir bölümünü yıllar önce anlatmıştım. Sonra o hikâye bana kendisini tamamlamam için baskı yaptı. Bu baskıya daha fazla dayanamadım ve (1+3=4 bölüm başlığına bölerek) devamını yazdım.
– Öykülerinizde toplumsal sorunlardan, dünya siyasetine kadar pek çok konuya da değinmişsiniz. Meselâ “Canlı Kalkan” öyküsü. Neydi size bu öyküyü yazdıran?
2003 yılında Barış Gönüllüleri” ekibi içinde Gazze’ye giden ve orada İsrail tankları altında ezilerek bu dünyaya veda eden; o bölgede 100 yıldır süren sancının dinmesi için, barış için hayatını veren Rachel Corrie’nin başına gelenler beni çok etkilemişti. O hikâye oradan kurgulandı.
Yine “Karartı” öyküsü var. O öyküde, duvarın ardındaki karanlık ellere yaptığınız gönderme. Hem de bir yaşlı kadının, terör nedeniyle önce oğlunu, yirmi yıl sonra da torununu kaybeden, acılı bir yaşlı kadının sayıklamaları şeklinde. Terör dağda da şehirde de olsa mazlum olandan mı bir şeyler alıp götürüyor?
O hikâye “barış süreci”nden üç yıl önce yazılmıştı. Orada anlattıklarım sonradan gerçek oldu maalesef. Hem olayın merkezindeki olay; yani teröre bir evden iki evlat verilmesi bakımından hem de (biçimsel bir farklılıkla) hikâyede barışa giden yolu imleyen kapı aralanması bakımından. Sonuncusundan mutluluk duymuştum doğrusu. Yazık ki o kazanım hoyratça heba edildi ve başa dönüldü.
– İlk ve son öykünüzde hayvanlar başrolde. “Gülbeyaz Düşler”deki köpek Habir’in ve kitabın son öyküsü “Gülburun”daki atın sadakati, sevdiklerine karşı duyarlılığı çok etkileyici verilmiş. İnsan düşünmeden edemiyor. Hayvanlarla uzun süre vakit geçirmiş, duygusal bağlar kurmuş birinin kaleminden çıkmış gibi bu öyküler. Adeta Habir ve Gülburun, insan şahsiyetine bürünmüş. Bu hayvanların hayatınızın bir döneminde var olduğunu söylemek mümkün mü?
Bıldırcın Avcıları öyküsünde de bıldırcın var. Doğrudur. İnsan hayatının ilk on yılı, kişiliğin biçimlenmesinde, hayata bakış açısının ilmeklerinin atılmasında çok önemlidir. Çocukluğumda hayvanlarla özel bir ünsiyetim oldu; kedi, köpek, sığırlar, atlar, kuşlar… Çocukken kuşların yuvasını aramızda paylaşırdık; mahallî tabirle “behler” idik yani sahiplenip “bu benim” derdik. Bu, bir bakıma yuvanın fahri bekçiliğiydi. Hayvanın oraya geliş gidişlerini, yavrularına yemek getirişini takip eder ve bundan büyük bir keyif alırdık. Bana düşen yuvada, bir gün, bir yılanın yattığını gördüm. Civcivleri yutmuş, yuvanın içine de kıvrılıp yatmıştı. Bu beni çok etkilemişti. Sonra büyük şehirlere geldik ve hayvanların dünyasından yani yüreğimizi saflaştıran güzelliklerden ırak düştük. Hayvanların olmadığı bir dünya kabadır; yozdur, yavandır. At, mübarek bir hayvandır. Özel bir sevgim vardır ata. Çocukken büyük amcamın Gülburun adlı bir tayı vardı. Sekiz yaşlarındaydım. Korku ile heyecanı bir arada ilk kez ona bindiğim gün tatmıştım. O hikâyeye o atın katkısı elbette vardır ama Gülburun’u Tanpınar’ın Edebiyat Üzerine Makaleler(*) adlı eserinde geçen bir cümle yazdırdı bana.
– Kitaba da ismini veren “Güneşin Doğduğu Yerde” ve “Sağ Kolum” öykülerine değinmek isterim. Bu öyküleri çok dikkatli okumak gerekiyor. Diğerlerinden farklı olarak mistik, mistik olduğu kadar felsefik tarafları da var. Bu öyküleri, okur nasıl algılamalı sizce?
Tespitiniz doğrudur; fakat -hoşgörünüze sığınarak- bu öykülerde ne yapıldığını ve nasıl algılanması gerektiğini okurun ve siz eleştirmenlerin belirlemesi daha isabetli olur diye düşünüyorum.
– Yazarlığı bir yolculuk olarak kabul edersek, pek çok öykü yazarının, bu yolculukla öyküyü ve hikâyeyi romana geçerken bir basamak olarak kullandığını görüyoruz. Sizin de böyle bir düşünceniz var mı? Var mı çekmecenizde bir roman çalışması?
Alegorik bir anlatımla bir çocuk romanı yazmayı düşündüğüm oldu doğrusu; ama bu düşüncede kaldı. “Romana geçme”ye gelince; öyküyü romana geçmek için basamak olarak hiç görmedim. Böyle görülmesini de öyküye haksızlık sayarım. Öykü yazmanın romandan daha zor ve çetin bir iş olduğunun bilincinde olarak öykü yazmaktan hoşnudum.
– Hikâye ile şiirin kardeş olduğu söylenir. Siz de katılıyor musunuz bu görüşe?
Kardeş midirler bilmiyorum ama öykü ile şiirin yakın akraba olduklarından eminim. Kimi hikâyelerimde imgelerin yoğunluk kazandığı yerlerde, öykü dilinin, şiir dilinin kapısına gelip dayandığı olmuştur. Bu durumlarda şiir dili de anlatıcıya “şimdi meşgulüm, dışarıda görüşelim” demedi doğrusu ve kapıyı açıp buyur etti. Bu eleştirilebilir de. Sözgelimi, Güneşin Doğduğu Yerde adlı öyküde Benan Kuşu’nun “özgürlük bildirisi” hikâyeye böyle girdi.
– Hatta pek çok hikâye ve öykü yazarı özellikle şiirden beslendiğini söyler. Sizin eserlerinizi de besleyen böyle özel şairleriniz var mıdır?
Elbette. Şiirleri bu nedenle dikkatle okurum. Dergilerde okunacak şiir bulmakta zorlansam da yine de var ve okurum. Nazım’ın, Sezai Karakoç’un, Cemal Süreya’nın, Edip Cansever’in şiirlerinde almak isteyen için öykü ilhamları var.
– Benim yazarım dediğiniz, dönüp dönüp okuduğunuz yazarları öğrenmek isterim.
“Benim yazarım” demeyeyim de (çünkü bu yaklaşım, yazarın kendisi olmasını ve kendisi kalmasını tehdit eder) Rasim Özdenören’i ve Hasan Ali Toptaş’ı keyif alarak okumuşumdur.
– Sizi, bazı edebiyat dergilerinde öykülerinizle ve denemelerinizle de görüyoruz. Dergilerin edebiyat dünyasını canlı tuttuğunu düşünüyor musunuz? Bu dergilerin sizin için ne ifade ettiğini bilmek isteriz.
Hepsi için söylemiyorum elbet, ama bazı dergilerimiz birbirini görmemek gibi bir hastalıkla malul. Bu yok sayıcılık eskiden “sağ-sol” saikiyle yapılıyordu; şimdilerde akıl almaz bir aymazlıkla “kendi içindeki diğerini görmemek” şeklinde tezahür ediyor. Bu, niye yapılıyor? Patalojik temelleri olan uzun ve can sıkıcı bir cevap çıkar bundan. Ne diyeyim; Bu tavırdan yaratıcı yazarlık da sanat da çıkmaz. Genel anlamda dergilerimizde öykü ve şiir diri durumda. Bu da güzel bir şey.
– sanatalemi.net’te de bir köşeniz var. İlgi ile okuyoruz oradaki yazılarınızı. Bir yazar için elektronik ortamlar pek çok imkân sağlayabiliyor aslında. Biliyorsunuz, artık e-kitaplar da var. Siz bu tür girişimleri destekliyor musunuz? Kitabı internet ortamında okumak gelecek için avantajlar sağlar mı okura?
Çok tartışmalı bir konu. Bu konuda tutucuyum. Hani okullarda “akıllı tahta” çıktı; ya da “tablet bilgisayar”. Araçlar işi kolaylaştırabilir, fakat o işin zevkini hırpalar diye düşünüyorum. Kaldı ki bunların hiçbiri öğretmenin yerini tutamaz. Eğitim aygıt işi değil insan işidir. İnternet kitapçılığına merak sarmadım, dolayısıyla farkını ve keyfini (var mı keyfi?) yaşamadım. Bildiğim şudur: Kitap kitapçıdan alınır, metin kitaptan okunur. Film sinemada “film olarak” seyredilir, tiyatro tiyatroda izlenir. Görüşüm budur.
– Efendim, zaman ayırıp da sorularımıza cevap verdiğiniz için teşekkür ederim. Öykü kitaplarınızın çoğalması, okurlarınızı daha pek çok öykünüzle buluşturmak dileği ile…
– Ben teşekkür ederim Funda Hanım.