Fotoğraf çok yakında buraya eklenecek...

NASIL YAZAR OLDULAR? RECEP SEYHAN ANLATIYOR

Sorular: Türk Edebiyatı Dergisi adına Erhan GENÇ

Yazmaya nasıl başladığınızı hatırlıyor musunuz? Bir hatırası var mıdır hayatınızda?
Bir vesileyle benzer soru yöneltilmişti de söylemiştim. Orada söylediklerimin benzeri olacak ama burada konuyu iki basamakta ifade ederek hem güncellemiş olayım hem de farklılaştırayım.

Yazmaya nasıl başladınız sorusunun içinde okumaya nasıl başladınız sorusu da kendiliğinden vardır. Çocukluğumda büyükannemin üzerimde çok büyük bir etkisi olduğunu söyleyebilirim. Benim hayal dünyamın genişlemesi, ufkumun açılması, düşünce dünyamın kımıldamaya başlaması büyükannemin anlattığı hikâyeler ile olmuştur.

Yine o yıllarda 18 km² mesafedeki yaylaya yaya giderdik. Yol kenarlarında gazete parçaları buluyordum, o gazete parçalarını eve getirip reklâmlarına kadar her tarafını satır satır okuyordum. Sonra bu alışkanlık eve çeşitli sebeplerle gelen yiyeceklerin kılıfı kese kâğıtlarıyla devam etti. Naylon poşet yoktu o zaman. Kese kâğıtlarını özenle açardım ve yine gazetede yaptığım işlemin aynısını orada da yapardım; en ince ayrıntısına kadar okurdum. Sonra fark ettim ki bu okuduğum yerlerde bir dil vardı bir anlatım vardı. Bu saikle daha sonraları kitap okuma alışkanlığı nüksetti bende. Derken okul çağı başladı.
Yazmaya başlamamın ikinci basamağında sinema vardır. O yıllarda sinema büyülü bir dünya idi bizim için. İlkin macera filmleriyle ilerleyen sinema tutkum sanat değeri olan filmlerde demir aldı. Anladım ki sinemada bir anlatım dili var. İzlediğim filmden çıktıktan sonra kafamda oradan ilham alan ama oradan tümüyle farklılaşan yepyeni hikâyeler oluşurdu. Sonuç itibariyle sinema dili beni yazmaya yönelten önemli bir kaynak oldu.

Yazmaya fiilen başlamama gelince; herkes gibi benim de içimde taşıyamayacak hâle geldiğim hayatımın fragmanları oldu. O fragmanlar içimde büyüyerek beni yazı evine götürdü. Bir misalle bunu belirgin kılayım: Ben 13 yaşına kadar altıma kaçırdım. Bunun sebebi tıbbın konusu, konumuz bu değil; ama yaşadığım bu durum herhâlde o yaştaki çocuk için sıradan bir durum değildi ve bunun arkasında bir hikâye vardı. Sanat da eşyanın görünmeyen arka yüzünü görmek değil midir? Ben o hikâyeyi o zaman görüyor muydum? Elbette hayır; ama o hikâyeyi yaşıyordum. Uzatmayalım; yün yatak, dayanmadığı için içine mısır kılıfı doldurulmuş bir şilteydi yatağım. Güneşe çıkarıp kuruturdu annem; çünkü her gün onu yıkayacak ne zamanı vardı ne de imkânı. O şilte sağa sola döndükçe cayır cayır ederdi. Uyuyuncaya kadar, o cayırtılar arasında içimi acıtan öyküler akardı. Sıcak havalarda kokardı hâliyle; sadece yatak değil tabii… Okula gittiğimde yanıma kimse oturmazdı, “kokuyor bu” derlerdi zahir. Bunun o yaşta bir çocukta yarattığı travmayı düşünün. Şimdi düşünüyorum da bu, benim için müthiş bir ayrıcalıkmış; çükü daha çocuk yaşta kimseye benzemeyen herkes gibi olmayan bir hayatım vardı benim.

Bu anlattığım karenin yazmakla ilgisi şurada: Bu kareleri içimde yıllarca taşıyıp duramazdım, birileriyle paylaşmalı, başkalarına anlatmalıydım; ama nasıl? “Ben yıllarca yatağa işedim” mi diyecektim? Bu ifadenin içinde bir hikâye yatıyor ama ifade kendisi öykü dili değil. Sonra anladım ki sanat, sizin gerçek hayatta ifade edemediklerinizi veya anlatamayacaklarınızı da anlatabileceğiniz bir alan açıyor size.  Bu alanı görünce yazmalıyım diye düşündüm.

Yazmaya “ben yazar olacağım” diyerek mi başladınız yoksa hayatın akışının bir sürprizi miydi bu?

Yazmaya kimsenin ‘ben yazar olacağım’ diye başladığını sanmam; sonraları içine düşmüştür de bidayette sanmam. Bilmiyorum; yazar olacağım diye hiç düşünmedim başlangıçta. Sadece, anlatacaklarımın olduğunu hep seziyordum;  içimde kelimelerden -yer yer cümlelerden- oluşan bir nehirin hep akmakta olduğunu hissediyordum. Bu nehir zamanla kendisine bir yatak bulacak, yol almak için etrafındaki bentleri yıkacaktı ve öyle oldu. Hayatımın akışı içinde içimdeki yazma dürtüsü (yoksa anlatma güdüsü mü) ete kemiğe bürünür hâle gelince elime kalemi aldım.

İlk yazdığınız yazınızı hatırlıyor musunuz? Ne yazmıştınız?                                             

Yazma isteğim de okumaya başlamamla belirdi. Bizim okul çağımızda Tommiks, Teksas, Zagor gibi resimli dergiler vardı. Tabi bunlar (Karaoğlan’ı saymazsak)  Batı dünyasının kahramanlarıydı; bunları bir okuma açlığı içinde okurdum. Sonra derken; “mavi roman” diye nitelendirilen Cahit Uçuk, Muazzez Tahsin Berkand, Esat Mahmut Karakurt, Kerime Nadir, Kemalettin Tuğcu, Feridun Fazıl Tülbentçi gibi yazarların romanlarını okudum. Bu okumalar bende yazma dürtüsünü harekete geçirdi ve ilk yazma çalışmam bir arkadaşımla roman yazmaya kalkışma gibi bir cüretle başladı. İki kişinin roman yazması nasıl oluyorsa… Çocukluk işte. Bu bir romantik metindi ve adı Arzu idi. Bu romanı 80 sayfa kadar yazdık, çoğunluğunu ben yazmıştım; daha sonra o roman kayboldu. Derken bir arkadaşımdan bir gazetenin hikâye yazma yarışması düzenlediğini duydum. O yarışma için “Apartman” adlı bir hikâye yazıp gazeteye gönderdim. Çalışmamın finale kaldığını görünce uçtum sevinçten. Bu, yüreklendirdi beni. Fakat o çalışma o gazetede yayımlandı mı dereceye girdi mi bilmiyorum; meşguliyetlerim oldu, takip edemedim. O  hikâye de kayboldu sonradan.

                  Cahit Zarifoğlu’nun mektubu 6.10.1984 ►

İlk yazdıklarınız hakkında sizi teşvik edenler var mıydı? Varsa yazar olmanızda bunların etkisi ne kadardır?

Lisede iken eğitim sistemimizin kafamıza kazıdığı şablonlarla hamasi şiirler yazardım. Onlardan birini Hisar dergisine gönderdim. Mehmet Çınarlı Hoca bana yüksünmeden büyük bir tevazu ile cevap yazdı. Bu mektup beni yazmaya teşvik eden ilk kıvılcımdır. Daha sonraları üniversite okumak için İstanbul’a geldiğimde Türk Edebiyatı dergisinin Nuriosmaniye Caddesindeki mütevazı binasında Kapaklı Hoca’nın Çarşamba sohbetlerinde Hocayla tanıştım. Yazmaya ve okumaya ilişkin ilk müşahhas teşvik İstanbul beyefendisi Ahmet Kabaklı hocadan geldi diyebilirim. O arada Yalçın Toker’in çıkardığı Toker dergisinde Edebiyat ve Edebi Eser adlı bir yazım yayımlandı. Sonra Türk Edebiyatı’nda dergide birkaç yazım yayımlandı ve çok mutlu oldum. Yine vakıfta tanıştığım Sevinç Çokum yazılarımda bir hikâye dili bulduğunu, hikâye yazmamı söyledi. Bir iki hikâye yazdım, dergide yayımlandı. İlk hikâyem Türk Edebiyatı’nda yayımlanan Söğütlüdere adlı o hikâyedir (1978). (Nedense diğer ilkler gibi o hikâye de kayboldu; dergi arşivlerinde vardır.)

Hikâyeyle beni ilk iletişime geçiren Sevinç Çokum’dur; kendisine müteşekkirim. O arada Yeni Devir’i de takip ediyordum. Birkaç yazım da orada yayımlanmıştı. Yeni Devir dergi gibi bir gazeteydi. Orada Gaffar Taşkın’ı, İsmet Özel’i Ahmet Sağlam’ı ilgiyle takip ediyordum. (Sonradan A.Gaffar Taşkın’ın R. Özdenören; Ahmet Sağlam’ın da C. Zarifoğlu olduğunu öğrenecektim) Gazete bir şekilde beni Mavera ile karşılaştırdı. Rasim abinin hikâyelerine acıkmış bir çocuğun sofraya oturması gibi   abandım. Cahit Zarifoğlu’ndan, anlaşılması zor ama sanatın gücünün okuyanı kendisine çektiği metinler okudum. İki hikâye gönderdim. Zarifoğlu bana oradan bir iki mektup yazdı. Yazdığım hikâyeyi Okuyucularla bölümünde yayımlarken bile hikâyenin kahramanından “ağzı iyi lâf eden köylü” diye söz ederek beni -kahraman üzerinden- haşlamıştı. (O hikâyeyi kitaba almadım ve yeniden yazdım sonradan.) Hani Anadolu’da bazı büyükler vardır; ne söyleseler dokunmaz, iyi niyetlidirler ve güvenlikli bir kapı gibidir çünkü onlar sizin için. Zarifoğlu da öyleydi; yazmaya kışkırtan bir adamdı. Hayatımda, muhatabını yerden yere vururken öğreten, meramını etkili biçimde anlatabilen, muhatabınızdaki hasbiliği gördüğünüz için de asla incinmediğiniz böyle bir adam görmedim. Özetle, Sevinç Çokum teşvik etti, eleştirileriyle de bizi Zarifoğlu yetiştirdi diyebilirim.

Yazar olmanızda sizi etkileyen eserler ve yazarlar kimlerdir? Üslubunuzun oluşmasında etkisi altında kaldım diyebileceğiniz eserler nelerdir?

Cumhuriyet Üniversitesinde şimdi Eski Türk Edebiyatı abd başkanı olan prof Mehmet Aslan ortaokulda sıra arkadaşımdı. Çok okurdu Mehmet. Onun teşvikiyle orta üçüncü sınıftayken dünya klasiklerinin önemli bir kısmını okumuştum. Okuduğum yazarlardan, özellikle Viktor Hugo’dan; Montesquieu’den, Montaigne’den; bizde, hikâyede Kemal Tahir, Bekir Yıldız ve Şevket Bulut’tan etkilemiştim. Sonraları bu yazarların üslubunun benim tarzım olmadığını fark ettim. Refik Halit’in Memleket Hikâyeleri ile Eskici’yi çok beğenmiştim. M.Ş.Esendal’ın Hayat Ne Tatlı; Rasim Abinin Aile, Mor Sinekler hikâyeleri ile Sait Faik’in Hişt Hişt ve Son Kuşlar hikâyelerini kendi dilime daha yakın bulmuştum. O süreçte etkilenmelerin olabileceğini, bunun normal olduğunu ama bununla hikâye yazılamayacağını, kendi dilimi bulmam gerektiğini kısa sürede görüp anladım tabii.

Okuma miktarınız yazarlığın başıyla sonu arasında nasıl değişti?                                        

Okumalarımla yazmalarımı uzun süre birlikte götürdüm. Gerçek şu ki yazar kabul edildiğimiz süreçten önce daha çok okudum. O kadar okurdum ki arkadaşlarım oyunda iken ben kitaplara abanırdım. “Bu çocuk kafayı üşütecek” diye şikâyet bile edildim babama. Belirli bir süre sonra yazmak daha fazla zamanımı aldı. Bazen yazacağım bir hikâye için yeniden okumalarım oluyor. Mesela Azazil’in Kapısında adlı hikayeyi yazmak için Necip Fazıl’ın üç kitabını yeniden okumam gerekti. Borges, Kafka ve W.Wolf gibi yazarlardan okumalarım oluyor. Şimdilerde, okuduğunu “göstermek için” Oğuz Atay, Zahit Zarifoğlu veya Furuğ Ferruhzad gibi “hit” (‘liste başı’ demekmiş) yazar ve şairlerin bol bol resimlerini veya sözlerini paylaşan sulu bir “okur” kesimi türedi. Bunun, okumayı özendirme bağlamında bir katkısı da olursa bu cıvıklıkları mazur görebiliriz.

Yazma alışkanlıklarınız var mıdır? Müsvedde kullanır mısınız? Her zaman kullandığınız bir kurşun kalem, divit, dolma kalem, silgi yahut özel bir kâğıt var mıdır?

‘Alışkanlık’ derken sanırım kimi yazarlar yatakta, kimi masada, kimi kucağında bir ajandaya, kimi bir parkta veya seçilmiş bir dış mekânda dosya kâğıtlarına yazarmış. Benim böyle alışkanlıklarım yok. Evde yazarım. Bu alışkanlık mıdır? Sanmam. Malzemeye gelince; benim için kurşun kalem çok önemlidir. Gittiğim her yerde çantamda birkaç kurşun kalem ve silgi bulunur. (Öğrencilerime de ödevlerini kurşun kalemle yapmalarını salık vermiştim sonraları.) Mürekkepli kalem -hele dolmakalem- hiç taşıyamam, taşısam da taammüden kaybederim hep; biri ister bir şey yazmak için, onda gider, kaybolur. Kâğıda gelince; özel değil, en sıradan blok defterler, yarım dosya kâğıtları kullanırım; dolayısıyla ajanda falan taşıyamam.

Yazmanın mekânla nasıl bir ilişkisi olduğunu düşünüyorsunuz? Yazmak için hususi olarak gittiğiniz bir yer var mıdır? Özellikle İstanbul’daki yazı mekânlarınız nerelerdir?

Yazmanın mekânla ilgili olduğuna inananlardanım; ama bu mekân kesinlikle benim evimdir. Yazacağım mekânda kitaplar olmalı. Demek ki kütüphane de benim için yazabileceğim bir mekândır; ama buna gerek olmadı. Çalıştığım mekânda ses olmamalı, içeriye ikinin biri çay kahve getiren biri bile girmemeli. Bizim hane ahalisi bu durumu bildiği için ben yazarken bu gibi servislerde bulunmazlar, kendim çıkar alırım gerekiyorsa

Öte yanda yazarken dışarıda bir vincin çalışması, pencerelerini değiştiren komşudan gelen matkap sesi yazma istencimi kesinlikle yok eder. İstanbul’da bir yazı mekânım yok ise de yazacağım hikâyeler için yakaladığım görüntüler, imgeler, çağrışımı zengin bir cümle veya anekdotlar olur. Bu bir yolculukta, bir parkta, bir ofiste, yaya yürürken yolda… Her yerde bunları not alırım.

Yazmaya başlamadan önce yazacaklarınız zihninizde belirlenmiş olur mu yoksa tamamen oturduktan sonraki akışa mı bırakılmıştır? Bazen sizi de şaşırtacak sonuçlara ulaştığınız olur mu?

Yazacaklarımı zihnimde önceden kesin çizgilerle belirlediğim de olur ama bu çok azdır. Biraz, karışık bir adamım sanırım. Zihnimde yazacaklarım uçuşur polenler gibi ama not aldığım imgelerde hikâyenin çekirdeği ve o çekirdekte o hikâyenin çatısı vardır. Hele şu konuda bir hikâye yazayım diye hiç düşünmem, ama öyle bir konu olur ki o kendisi gelir kapımı çalar ve ‘beni yaz’ der veya bir yerde onunla ilgili yazmam gerektiğinin işaretlerini alırım. Gerekiyorsa onunla ilgili notlar, imgeler, cümleler biriktiririm; sonra oturup yazmak kalır.                           Erdem Bayazıt’ın Mektubu-13.12.1983►

Yazmaya oturmak… İşte burada problem yaşarım. Ya dağınık bir insanım veya zamanı hizaya getiremiyorum sanırım. Yazmam için o amaçla oturabilmeliyim. Bu gerçekleştikten sonra yazmada zorlanmam; ama oturmam da kolay olmaz; bir, birkaç ayı bulur. Bazen bambaşka bir şey olur; birikmiş imgelerde birbirine benzeyenleri bir araya getiririm. O darmadağınık görünen imge kümesinin kendi aralarında anlaşıp kaynaştık

larını gördüğümde, gördüklerim bana bir hikâyenin doğmakta olduğunu fısıldar zaten. Böyle durumlarda yazmaya çabuk otururum.  Yazmaya başladıktan sonra hikâyenin çatısı bile yön değiştirebilir.

Daktilo döneminde yazacağım hikâyeyi dosya kâğıtlarına yazar sonra oradan daktiloya çekerdim. Şimdi, öyle değil; yazacağım öykünün müsveddesini önceden kâğıtlara yazmam; bilgisayarın başına otururum, hikâyeyi (silerek, düzelterek) yine orada bitiririm. Özetle bu konuda belirlenmiş kurallarım yoktur.

Bir yazar olarak yazı dolu bir gününüzü bize anlatır mısınız? o gününüzün planı nedir?

Yazı dolu günlerimin rengi ve tonu Azazil’in Kapısında hikâyesini yazarken çok belirgin durumdaydı; onu aktarayım: Sabah erkenden kalktım, kendimi odaya hapsettim, telefonu da yanımdan kovdum, aldığım notlarla baş başa geç saatlere kadar birkaç gün durmadan yazdım. Yemek saatleri de dinlenme yerine geçti. Bu hikâyeyi, bir yere gitme veya iş kovalama gibi araya fasılalar sokmadan böyle aralıksız yazdım ve bitirdim. Ama diğer   hikâyelerin yazılışı böyle düzenli ve belirgin olmadı.                                                                                                                                   

Yazma anında anlık düzeltmeler yapmadan geçemeyenlerden misiniz yoksa yazma süreci bittikten sonra başa dönüp düzeltme yapanlardan mı?

Yazarken görebildiğim aksaklıklara anında müdahale ederim; aksi hâlde unutabilirim. Yazma bittikten sonra başa dönüp gözden kaçanlara tekrar bakarım ve düzeltirim elbette. Fakat bu konuda dergi editörlerinin şikâyette haklı oldukları kötü bir huyum var: Doğru olan, birkaç gün metni demlemeye almak iken ben tutar sözüm ona “son tashih”ten sonra (metin ivedilikle gönderilmezse evde başına bir kaza gelecekmiş gibi veya buharlaşacakmış gibi) hemen postaya veririm. O metin iki gün içinde gönderi panosuna “son gönderi” notu iliştirilerek en az iki kere daha yenilenir. Ne yapayım, böyleyim.

Şu sıralarda yazacaklarınız arasında gelecek için kafanızda netleşen planlarınız var mıdır? Paylaşmak ister misiniz?

Hatem Tayî Hikâyesi’ni (Osmanlı Türkçesinden yazı çeviri) hazırladım, yayıncıda. Bu çalışma çok zamanımı aldı. (Bu hikâyeyi bir yayıncı yayımladı ama yazı çeviri değil, asıl metinden yola çıkılarak yeniden yazılmış bir hikâyeye dönmüş eser; orijinalliği uçmuş.) Öte yanda uzun zamandır üzerinde çalıştığım Osmanlı Türkçesini öğretenlere ve bu dersi alanlara yönelik, dersin alt yapısına müteallik bir çalışmamız var. Bu çalışma Osmanlı Türkçesini öğretmeyi değil alt yapı birikimi elde etmeyi amaçlıyor. “Küllü cahilün cesurun” fehvasınca bir echelin bu işe cesaret etmesi gerekiyordu; ettik. Bilmiyorum üstesinden gelebilir miyiz? Ayrıca bu çalışmalardan fırsat buldukça hikâye yazılıyor ve dördüncü kitap dokunuyor.

Tanınmayan bir yazar ile tanınan bir yazar olmanın arasındaki eşiği nasıl atladınız?

Çok tanınmış bir yazar olduğumu sanmıyorum; tanınmışlığım varsa bunun hikâye ile ilgili olanlarla sınırlı olduğunu düşünüyorum. Bir eşik atladım mı? Atladıysam hangi eşikteyim? Buna ben karar veremem; ama hikâyeye (arada kesintiler olsa da) 20 dolu yılını vermiş bir emektar olarak bidayette bulunmadığımız erbabının malumlarıdır.

Genç bir yazarken yapmış olduğunuz ama şimdi “böyle yapmama gerek yokmuş” dediğiniz bir şey var mı?

Var tabii.  İlk kitabımın (Çiçekler Kesmişti Selâmı) basılmasına acele ettiğimi düşünüyorum. Deneyimsizdik, yayın dünyasının girdilerini çıktılarını bilmiyorduk. Kitabı basan gayretli dostlarım da aynı durumdaydı üstelik ama o kitap üç baskı yaptı. İlk iki baskıda benim kaçırdığım incelikler, gözden kaçanlar, dizgi hataları son baskıda giderildi.

Genç yazar adaylarının kendilerini geliştirmelerinin yolu nerelerden geçmektedir? Mesela yerel gazetelere yazmak mı? Edebiyat dergilerini kovalamak mı? Yoksa kendi kendine yazıp kendi yolunu çizmek mi?

Okumaktan geçiyor. Bol okumak, yazmayı en son düşünmek. Yerel gazetelerde, internet sitelerinde veya günlük gazetelerde yazmak, yazara yazdığı türde eklemeler yapabilir; ama bir öykü veya roman yazarı bunlardan birinde alanı dışında şeyler yazıyorsa bunun asıl işine bir katkısı olacağını düşünmüyorum.
Daha ileri giderek, bunun, yazarın yazma enerjisini asıl alanının dışında bir yerlere kaydıracağını ve sahip olduğu potansiyeli eksiltip tüketeceğini söyleyeceğim.

Yazar adaylarının ülkemizdeki edebiyat dünyası tarafından yeterince teşvik edildiğini düşünüyor musunuz?

Yazar adaylarından önce yazarları içine almalı konunun. Ülkemizde sanat adamının değeri herkesçe malumdur. Şu kadarını söyleyeyim: Kaliteli bir ürünün içinde sakladığı güzellik, kendi piyasasında zamanında görülemiyor bizde. Adayı bırakın, kendisini kanıtlamış yazarlar bile neler çektiler… En yakınlarda Hasan Ali Toptaş, ilk kitabını yayımlayacak yayıncı bulamadı; o kitabı koliler hâlinde yıllarca evinde sakladı. (Şimdi aynı kitaba “Perestişli” yayınevleri baskı üstüne baskı yapıyorlar.) Öte zamanlarda da böyleydi bu: Tanpınar hayatta iken “sükut suikastı”ndan yakınmadı mı? Şimdi onsuz Türk romanından söz edilemiyor. Kemal Tahir dışlanmıştı. Oğuz Atay “öte” itilmişti. Cemil Meriç hem “görmeyenler”den hem de “işitmeyenler”den şikâyet ederdi hep; “anlaşılmamak” tan yakınırdı. O dönemde sağcılar solcuları görmezdi, okumazdı; solcular da sağcıları görmez onlardan okumazlardı. Şimdilerde böyle değil fakat bu körlük veya sağırlık boyut değiştirerek “içeri” büzüldü. Şöyle: İki tarafta da -sözüm ona, aynı düzlemin insanları- bu kez kendi içlerinden “başkası” ürettiler, sonra o “başkası”nı görmemeyi veya okumamayı seçtiler. Ne yapıyorlar? İçine kapandıkları küçük ve dar çevrede birbirlerine güzelleme döşeyerek “edebiyat yapıyorlar” (“Edebiyat yapmak” bu olmalı).

İlk kitabınızı nasıl bastırdınız? Yahut bastırana kadar ne gibi güçlüklerle karşılaştınız? Bu soruya da başka bir vesileyle değinmiştim: O kitabın (ÇKS) da bir hikâyesi var: 1991’de bir ilimizde Anadolu Lisesi’nde yönetici olarak

çalışıyordum. Orada tanıştığım sanatkâr dostlarım Mehmet ve Ömer Erdoğan’lar çıkarmakta oldukları Ayane dergisine -haklı olarak- benden destek beklediler; elimden geldiği kadar oldum da. Hikâyeci Kâmil Yeşil de orada öğretmendi. O da destek oldu. (O dergi fizik olarak amatör gibi dursa da münderecatı ve dosyaları ile kuzeyin İkindi Yazıları’ydı. Boyundan büyük işler yaptı Ayane.) Erdoğanlar, hikâyelerin geçmişini, beni şahsen tanımadan da biliyorlardı. Mehmet bir gün, “Abi biz basarız bu kitabı be, neden olmasın?” dedi ve bu soru e yleme dönüştü. Ömer ve Mehmet Erdoğanların gayretiyle çıktı o kitap özetle. İlklerin acemiliği hep olmuştur. Bir kısmı benden kaynaklanan hatalarla çıktı.

Mehmet Çınarlı’nın Mektubu: 30.10.1973 (Lise 2’nci sınıfta iken)►

İlk kitabınızın heyecanı, beklentileri nelerdi? Beklentilerinizle gerçek hayat birbiriyle ne kadar örtüştü? Satış, etki, hakkında konuşulma gibi.

İlk kitabımız herkes gibi bizim de ilk göz ağrımızdı. Basılması kolay olmadı. Eşimden dört bilezik almıştım ödünç; kitap o bileziklerle basıldı. Karşıladım mı? Evet. O kitap yeterli ilgiyi gördü. Kitapla ilgili Selçuk üniversitesinde kendisini o tarihte sokakta görsem tanımadığım bir bilim adamı (Alim Gür, o zaman yrd.doç) bilimsel bir çalışma yaptı ve bu çalışma Üniversitenin özel basımıyla yayımlandı. Bu, benim için önemli bir motivasyon oldu. Bu kitabın üç baskı yapacağını hiç düşünmemiştim.

Yazarın ekonomik özgürlüğü hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ülkemizde yazarlık para getiren bir meslek değil. Bu bilindiği için hiçbir yazar da para kazanmak için kitap yazmaz. Kalemiyle geçinen yazar sayısı (köşe yazarlarını ve güncel konularda, duman tüterken kitap yazanları kastetmiyorum; bunlardan ilki yazıcı diğeri -vak’anüvis de değil- zabıt kâtibi) bir elin parmaklarını geçmez. En kabadayı yazarın bütün kitaplarının geliri Sibel Can’ın veya Tarkan’ın bir gecede elde ettiği gelire ulaşamaz.

Yarlıktan kazandığınız ilk parayı hatırlıyor musunuz?

Yukarıda değindiğim gibi, aldığım parayla eşimden ödünç aldığım bilezikleri iade ettim. Son iki yılda yayımlanan iki öykü kitabımdan aldığım miktar dört değil birer bilezik eder miydi, bilmiyorum hesap etmedim.

İyi bir yazar olmayı başarırken hayatta ertelediğiniz ya da başarısız olduğunuz bir şeyler var mı? Yazarın aile ilişkilerinin geri planda kaldığı olur mu? 

Yazmaktan dolayı ertelediğim işler olmadı; tersi oldu. Maişet derdiyle boğuştum. İnanılacak gibi değil ama gerçek: Mezun olduğum liseyi ve aldığım resmi eğitimi -ülkemi yurt dışında temsil noktasında- bir problem olarak gören anlayışı mahkemeye vermiştim; hayatımın 10 yılı ülkemin mahkemelerine “kaşlarımı gözlerimin üzerine kendim yerleştirmediğimi” anlatmakla geçti. Hâlâ da haklarımı alamadım. Başka söze gerek var mı?

Kendinizi yazarak ifade etmekten başka hangi sanat dallarıyla ifade etmek isterdiniz? Sanatın farklı dallarına ilginiz var mıdır?

Resim sanatına, musikiye ve sinemaya ilgiliyim. Bir musiki aletini çalmayı bilmiyorum. Bundan daha büyük gabîlik olabilir mi? Sinema sanatını harikulade bir dal olarak görüyorum ve sinema dilinin ne kadar etkili bir dil olduğunun farkındayım. Elimden tutan ve yol gösteren biri olsaydı sinema yönetmeni olmak isterdim.
_______________________________________
Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı 508, Şubat 2016