Fotoğraf çok yakında buraya eklenecek...

RECEP SEYHAN İLE ÖYKÜYE DAİR SÖYLEŞİ

RECEP SEYHAN ile ÖYKÜYE DAİR SÖYLEŞİ

Sorular: Yusuf Alpaslan Özdemir (TEMMUZ dergisi/38)

  1. Yaşadığımız toplumun edebiyatla ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz, sizce edebiyat, hayatımızın neresinde? İnsan edebiyat bilse ne olur, bilmese ne olur hocam? Edebiyatla ilgilenmeyen onca insan var, ne oluyor onlara sizce?

Edebiyatın toplumun ilgi alanında olduğunu sanmıyorum; dolayısıyla olmayan bir şeyin bir niteliğinden de söz edilemez. Şunu söyleyebilirim: Edebiyat, hayatı ve eşyayı anlama ve onları anlamlandırma çabasıdır. Edebiyat, insanın ve eşyanın fark edilmesidir. James Wood’un “Edebiyat, hayatı daha iyi fark etmemizi sağlar; hayata ilişkin bize pratik yaptırır. Bu da bizi hayatı ve detaylarını daha iyi okuyan biri hâline getirir,” görüşünün merkezinde iki tür okuma var: Kitap ve hayat. Edebiyatın en önemli malzemesi kitaptır. Burada şu soru akla geliyor? Toplum ne kadar kitapla ilgilidir? 2016’da büyük şehirlerden birinin ana caddelerinde yapılan “ihtiyaçların sıralaması” konulu bir ankette kitap, 235’inci sırasında çıkmıştı. (1946’da ihtiyaçlar hiyerarşisinden söz eden A. Harold Maslov bu sonucu görse ne düşünürdü bilemem.) Başka bir istatistikte durum daha net: 2011 verileri ile bir yılda basılan kitapların çeşidi ülkelere göre ABD’de 85.121; Japonya’da 42.217; İngiltere’de 64.761; Almanya’da 64.761; Türkiye’de 6.151 imiş. Bunlar şunu gösteriyor: Toplum (ez azından bizim toplumumuz) hayatın sıradan akışı ve zorlukları içinde kendisine bir yer bulma telaşı içinde yaşar. Oysa edebiyat sıradanlığa itirazdan doğmuş bir sanat dalıdır. Bu yüzden diğer sanat dalları gibi edebiyat da seçkincidir. Edebiyatla hiçbir ilgisi olmayan insanlar da bizim gibi yaşarlar ve ölürler. Onlardan biri sorunuzdaki ince ayrımı özetleyerek bana “Ben de aynı yere gideceğim sen de. İkimiz de eşit olacağız orada ve aramızdaki fark sıfırlanacak,” dedi. “Okumuyorum ve bana bir şey de olmuyor; öyle, bir kayıp da hissetmedim,” demeye getirdi tabii. Ben de ona biraz tevazudan uzak oldu ama; “Okuyanlar ile okumayanlar hiçbir zaman bir değildir. Seninle aynı şeritte bulunmamış olmanın ayrıcalığı yeter bana,” dedim. Edebiyatla ilgilenmeyenlere şu oluyor: Onlar gözlerinin sadece birini kullanıyorlar; dolayısıyla ayrıcalıklı olamıyorlar. Hangi meslek ve meşrepte olursa olsun bir insan için edebiyat ile iştigal bir ayrıcalıktır. Bunca hayhuyun arasında edebiyatın ne kadar yukarıda ve asil duruşlu olduğunu, kalıcı olanın edebiyat olduğunu idrak etmek elbette bir ayrıcalıktır. Neden ayrıcılık olmasın ki? Binlerce yıldır anlatılıp durulan ama hâlâ da anlaşılmamış bulunan (hiçbir zaman da tam anlaşılamayacak olan) insan ruhunun bilinmezlerini keşfetmek,”ahsen-i takvim”in hikâyesine ulaşmak kolay olsaydı Suç ve Ceza son roman; Fyodor Dostoyevski (öl. 1881) de son romancı olurdu. Yarınlarda da var olacak olan yalnızca edebiyattır, sanattır. Sırf bundan dolayı “yaşasın edebiyat!” diyorum.

  1. Hocam öykü mü, hikâye mi?

Öteden beri öykü ile hikâye arasında ince bir ayırım olduğunu söyleyen, öykü de yazan bir hikâyeci olarak öncelikle “hikâye” diyorum. Buna bir vesileyle değinmiştim: Geleneksel hikâyelerimiz için sahiplik/iyelik eki kullanabildiğimiz hâlde öykü için “modern öykümüz” diyemiyoruz. Biz anlatma geleneği olan bir milletiz. Gelenek oluşturan öznelerin binlerce yıllık bir geçmişi olduğu biliniyor. Hafife almak maksatlı değil bir tespit olarak diyorum; öykü yenidir ve kayda değer bir geçmişi yoktur.

  1. Öyküye olan ilgi artıyor mu sizce, yoksa bir yığılma mı var ülkemizde?

İkisi birbirine bağlı olarak başat yürüyor; yani öyküye ilgi arttıkça yığılma da oluyor. Yığılma ifadesinde bir izdiham anlamı da var. Kalabalık olan bir yerde ayrıcı olmak ve seçmek zorlaşır, aradığınızla karşılaşmak için daha fazla çaba gerekir. Gelinen noktada öykü önündeki izdiham başlı başına bir tartışma konusudur.

  1. Sizce günümüz Türk öyküsünün bir poetikası var mı, Recep Seyhan’ın poetikası nedir?

Bakın “günümüz Türk öyküsünün” dediniz; “modern öykümüzün” demediniz. Doğru dediniz. Bu şunu gösteriyor. Geleneği oluşmamış bir alanın oturmuş bir poetikasından da söz edilemez. Modern öykünün kendi içinde bir poetikası elbette var ama bunun bütün veçheleriyle oturmadığını veya hatlarının çok kalın olmadığını söylemek istiyorum. Nitekim öykü, açılım alanı oldukça esnek olan ve başka türlere, çoklu yönelimlere geçmeli tarafları olan bir tür. Bu, kuşkusuz öykü için bir hem bir üstünlük alameti hem de risk. Avantaj oluşu kendini sürekli geliştirebilmesi; riskli tarafı ise kimliğinin melezleşmesidir. Bu, bir bakıma kimlik bunalımı yaşama riskidir. Bu vesileyle, son yıllarda öykü etiketi ile ‘deneme’ler yazıldığını söyleyeceğim. Bunların şanslı olanları, başarılı bir dil ve anlatım ile girdiği alanın aslında bir deneme olduğunu fark ettirmiyor. Öykü poetikamıza gelince; bunu kalın çizgilerle benim adlandırmam doğru olmaz; başkaları belirlemelidir. Öykü poetikamızın adresi öncelikle yazdığımız öykülerdir elbette; sonra öyküye ilişkin görüşlerimizin yer aldığı Bana Hikâye Anlat(ma) adlı çalışmamızdır (Genç Öykücüye Mektuplar bölümü ve özellikle o kitapta sunduğumuz kuramlar).

  1. Hem yazar, hem eleştirmen olmak nasıl bir duygu hocam?

Bir eleştirmen olduğumu düşünmedim. Esasen bunu benim tayin etmem de şık olmaz. Öykü üzerine bazı görüşlerim var, iddialarım var, ısrarla vurguladığım paragraflar var. Bunları çeşitli vesilelerle okurla paylaştım. Bu çalışmalarımızdan sonra ortaya bir eleştirmen tarafımız çıkmış mıdır? Bilmiyorum. Emin olmadığım bir şeyin duygusunu da ifade edemem.

  1. Türk edebiyatında roman, gerçekten hikâyenin ilerisinde mi duruyor edebiyatımızda hocam, öykü romandan önce bir basamak mı görülüyor?

İkincisinden başlayayım: Bendeniz öykünün roman için bir basamak olduğu kanaatinde değilim. Bunu yazısal serüvenimde de teyit ettim sanıyorum. İlkin hikâye kitapları neşrettim; fakat bir roman yazdıktan sonra tekrar hikâye kitabı (Zongo’nun Değirmeni) yayımladım. Hani bir söz vardır: Aramakla bulunmaz; ama bulanlar arayanlardır. Bir hikâye kitabı yazmadan roman yazılmaz diye bir şey yok; fakat romancılar genellikle ilkin hikâye yazmışlardır. O kanıya oradan varılıyor. Bu, öykünün romanın basamağı olduğu anlamına gelmiyor. Belki şöyle denebilir: Öykü, roman yazmayı daha da kolaylaştırıyor, yazma deneyiminde en zor eşik aşılmış oluyor. Burada bir paradoks var: Öykü yazmak roman yazmaktan daha zordur. Öykünün kabul etmediği birçok ayrıntıyı roman, iç bütünlüğü içinde hazmeder. Bu şuna benziyor: Büyük sularda kir barınmaz. Olsa da görünmez. Romanda en zor eşik kurgu ve kurguda kişilerin rol dağılımıdır.

Diğer sorunuza gelince; bu konu da özel bir oturumda tartışılması gereken bir konudur. Bize göre roman, hikâyenin hâlâ ilerisindedir. Bu neden böyledir? (Bu “ileri” kelimesinin  bağlamını “değer-kıymet”  olarak değil “konum, geldiği yer”  olarak belirlediğimi özellikle belirtmeliyim. Sanıyorum, siz de bu bağlamda kullandınız.) Bunun açık göstergesi hikâye ve roman kitaplarındaki satış rakamları ve tarafların okurları arasındaki açık ara oransal farktır. Yayınevleri bir romanı yayımlamak için bir kere düşünürler ise bir hikâye kitabını yayımlamak için iki kere düşünürler. Bu yeterince açıklayıcıdır sanıyorum.

  1. Hocam, postmodernizm edebiyatımızda neleri değiştirdi, postmodernizm ve öyküde yeni teknikler için ne düşünüyorsunuz?

İnsanın fıtratında yeni olan her şeye ilgi vardır. Bu sanatkâr ruhlarda bilhassa böyledir. Bazı şeyler vardır; verimlilik süreleri kırılgandır: Çabuk soğur veya eskirler. Bu bir nesne ise hava ile temas ettirir etmez kullanmanız gerekir, yiyecek ise sıcak ve taze kullanırsanız tadına varabilirsiniz ve gıdasını alabilirsiniz onların. Maddede grafit, sülüsyon türü yapıştırıcılar; yiyeceklerde sucuk, balık, yumurta gibi yiyecekler böyledir. Yeni olan her şey bir rüzgâr estirir. ‘Rüzgâr estirme’nin bağlamında “kendini dayatmak” da vardır. Postmodernizm dediğimiz şey bir sanat dalı değil bir yöntemdir; hatta bir yöntem eklentisidir. Her yeni olan gibi bu yöntemin de gelinen şartlarda kendisini dayatmak gibi bir karakteri de vardır. Sadece resim, mimarlık ve edebiyatta değil başka alanlarda da etkin olan bir yöntemdir bu. Mesela savaşlar bile postmodern şimdi. Ülkeler birbirleriyle doğrudan savaşmıyorlar artık şimdilerde. Önce zemini hazırlıyorlar sonra o zemine uygun kullanışlı savaş aparatları (terör örgütleri) yapıyorlar, sonra o aparatları birbiriyle tokuşturuyorlar. Savaş sonrasında masaya aparatlar değil devletler oturuyor. Edebiyata gelirsek… Postmodern yöntemler 1970’lerde somutlaşmışsa da bu yönteme ilişkin çalışmalar II. Dünya Savaşı sonralarına, 40’lara uzanıyor. Bu şöyle gelişti: O savaş, modernitenin sorgulanmasını gündeme getirdi. Auschwitz-Birkenau kamplarında yaşananlar dönemin düşünen kafalarını bireyin davranışlarını sorgulamaya götürdü. İnsanların, kendilerine alan açmak için “ötekini” canavarca hislerle yok etmeleri medeniyet adına yapılmıştı. Bunu bizde ilk adlandıran -o tarihten çeyrek yüzyıl önce- münevverlerden biridir Mehmet Akif (“tek dişi kalmış canavar”). Uzatmayalım; postmodern yöntemler modernitenin verilerini ya alaya, ya da askıya aldı. Bundan en çok etkilenen özne oldu. Özne kendini (sanki bir yerlerden zarar gelmemesi için) sakladı ve yer yer silikleşti. Bunu bir eksiltme olarak saysak bile getirileri daha fazla oldu postmodernizmin: İnsanın keşfine ilişkin yolculuğumuzu daha şenlikli hâle getirdi. İmgelerin nesnelerle ilişkisini renklendirdi. Merkezi parçaladı ve dili metnin merkezine yerleştirdi (“insan dili kadar vardır” Wittgenstein). Bununla, dilin imkânlarını sonuna kadar kullanmayı kamçıladı. Her şeyden bir şey elde edilebileceğini hatırlattı. Bergson’a selam göndererek sezgiyi yüceltti, anlamın ve anlatımın çoğalması ile anlatıcının manevra alanını genişletti. Anlam, özne, varlık, bilinç gibi kavramlar etrafında derinlemesine düşünmeye sevk etti bizi. Bunlar çok önemli şeyler.

Modernizmin değer yargıları (sipariş tarih,  kült-totemik adamlar, tüketmek, temellük, ulaşmak, kazanç vb.) postmodernizmin atış poligonunda hedef hâline geldi. Bunların edebiyata yansıması kaçınılmazdı. Postmodernizmin tarihselliği değil sunduğu veriler ilgilendiriyor şahsen beni. Buna göre; hiçbir şey göründüğü gibi değildir; dolayısıyla anlam da tek ve çevrelenmiş değildir. Hakikat, onu arayanların sayısı kadardır. Biz, dünyayı ‘üzerine doğduğumuz, bir süre orada yaşadıktan sonra terk ettiğimiz, evrende bir yer yuvarlağı’ olarak biliyorduk; fakat Kitap çok farklı bir şey söylüyor ve ondan “laib” (oyun) diye söz ediyor. Buradan bakınca diyebiliriz ki hayatın kendisi bile bir kurmacadır. İmdi; edebiyata “gerçeklikle ilişki kurma” işlevi yükleyen Sartre, Kitap’ın metonimik bir yaklaşımla imlediği bu evrensel doğrunun farkına vardı ise onu sadece alkışlamak gerekir. İmgeye nesneyi değiştirme işlevi yükleyen Levinas’ı, metinde anlam yalınkat değildir diyen Derrida’yı elbette alkışlarım. Postmodernizmin sunduklarının çoğu bizim hiç de yabancısı olmadığımız şeylerdir. Mesela bu yöntemin sıkça yararlandığı simgelere, mitolojiye, efsanelere, mistisizme, fanteziye açılımlar, mesnevilerimizde zaten kullanılmış bir kanal idi. Bir vesileyle değinmiştim; postmodernistlerin önemli temalarından biri olan “kendine yabancılaşma” ve “başkalaşım” (deconstrüktion) temasını Şeyhi, Kafka’dan 500 yıl önce kullanmıştı (Hârnâme). “Bir serçenin bir kartalı sallayıp yere vurduğunu, üstelik tozunu da gördüğünü” söyleyen Yunus bize gördüklerimizin arkasına bakmayı öğretmişti zaten. Dahası var: Varlık bilinci bizim temel kaynaklarımızda (Hay bin Yakzan) yüzyıllar önce işlenmişti. Bize gözün değil bilincin gördüklerini işaret eden Husserl’in fenomenolojide dile getirdiği hususlar, Beytü’l-Hikme’de (8.yy), İhvan-ı Safa meclislerinde (10.yy) yüzyıllar önce konuşulmuş ve tartışılmıştı vb. Şimdi bu dediklerim hamaset mi yoksa unutulan ve atlananı hatırlatmak mı? Edebiyat bize unutulanları, atlananları, gözden kaçanları, savsaklananları hatırlatır. Bu mülahazalarla bendeniz postmodernizmin verilerinden yararlanılmasında hiçbir sakınca görmüyorum. Postmodernizm anlamın Hızır’ı da değildir, bir arayış sürecidir. Bakarsınız yerini metamodernizme terk eder. Nitekim postmodernizmi; bir kutsalı olmaması, anlamı dinamitlemesi, merkezi yok etmesi, modernizmin içe büzülmüş hâli olması görüntüsü (J. F. Lyotard), “şiddetli bir patlama ile içe dönük çöküş süreci” (J. Baudrillard) vb. bakımlardan eleştirenler tümüyle haksız da değildirler.  İlginçtir; bu eleştirileri getirenler yöntemi bizzat kullananlardır; hatta Lyotard gibi öncü konumundadırlar.

Sözün özü; bu veriler, sanatçının manevra alanını ve anlatma imkânlarını çoğaltıyor. İtirazım sadece denetimsiz “atlamalaradır. “Batıya öykünme” gibi suçlamalarla bir imkânın üzerini kapatma girişimlerini ise ucuz bir yaftalama yolu olarak görüyorum. Her yeni olanın kendi içinde taşıdığı riskler, bu yöntemde de var kuşkusuz ve dikkatli ve denetimli olunması, gelişigüzelden ve zorlamalardan kaçınılması gerekiyor.

  1. Özellikle öyküde gruplaşmalar, adam kayırmalar, çetelerden çok bahsedilmekte. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Bu konu, izleyen soruda (9. soru) önemli ölçüde cevaplandığı için tekrar olmaması bakımından oraya müracaat edilmesini isteyeceğim.

  1. Semih Gümüş mesela bir öykü eleştirmeni, fakat onlarca öykücü arasında örneğin usta öykücü Mustafa Kutlu’dan bahsetmez. Yazarın ideolojilerle bağı olmalı mı, kamplaşmalar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bendeniz yazarın bir dünya görüşü, eşyayı algılama ve yorumlama biçimi olması gerektiğini düşünüyorum. Bunun ideoloji kelimesi ile karşılanmasını istemem. İdeolojilerin -istisnasız- kapanları vardır, rozetleri vardır, sloganları vardır, cemaatleri ve müritleri vardır. Problem, ideolojinin, ahtapot karakteridir, yani; alanına girenlerin sanatsal çalışmalarını yörüngesine çekerek onları cemaatleştirmesidir. Bu gibi yapılardan beriyim. Bize göre sanat, merkezi millî olan fakat evrensel olana doğru açılan pergel gibidir. Bir dergi çıkarsaydım içinde bütün kümelerin yer almasını isterdim. Sahanın kendi iç gerçeğinde öyle bir şey yok tabii. Kamplaşmalar sadece o tarafta değil bu tarafta da var. Sanat, kendisi ile meşgul olanların bakış açılarını genişletir. Bu olamıyorsa yani bakış açıları daralıyorsa orada sanatın sunduğu ikramlardan nasiplenememekten (sizin ifadenizle kamplaşmadan) söz edilebilir. Kendi varlığını başkasının yokluğuna bağlama bir Kabil ahlakıdır. “Varlığın temelinde ontolojinin değil etik olanın bulunduğunu” savunan Levinas’a katılıyorum: “Başkası” fenomen değil muammadır.

Kendimi hayatımın hiçbir aşamasında bir topluluğun parçası veya vazgeçilmez üyesi olarak görmedim. Bunu artı bir değer olarak ifade ediyor değilim, duruşumu ifade için diyorum. Keza kendimi kollarını yanına yapıştırmış hiçbir derginin, edebiyat cemaatinin veya kanonik yapının “içinde” görmüyorum. Bununla bütün dergileri bu yapıda görüyor değilim, dergileri küçümsüyor hiç değilim. Tam tersine, kollarını açık bırakabilen dergilerin çok önemli bir işlevi yerine getirdiklerini düşünüyorum. Edebiyatın ve sanatın nefesini az sayıdaki edebiyatsevere ulaştırmak öyle kolay bir iş değildir.

  1. Edebiyatta usta-çırak ilişkisi için neler söylemek istersiniz?

Sorunuz yaratıcı yazarlık atölyelerini akla getiriyor. Bu atölyelerde bendeniz de ders verdim. Yazar olmanın yolu yazarlık atölyelerinden geçiyor değildir. Bununla buralardaki çalışmaları hafife alıyor değilim.  Yazar adayının sadece kolundan tutar atölyeler diyorum. Yazarlık bir ilgi ve eğilim meselesidir. Yaratıcı yazarlığı ilahi bir vergiye bağlayanları tümüyle reddetmem. Çaba ilk şarttır fakat okumaya ilginiz yok ise, kumaşınıza bu iplik dokunmamışsa çaba ile onu elde edemezsiniz. Bugün “yaratıcı azarlık atölyesi” denen sistem eskiden de vardı; fakat mesleklerdeki gibi çırak+kalfa+usta aşamalarından geçiliyordu. Dahası bire bir ve ücretsiz idi. Bu yolla: Zatî Bakî’yi; Flaubert Maupassant’ı; Puşkin Gogol’u; Nazım Orhan Kemal’i Y. Kemal Tanpınar’ı yetiştirdi. Bendeniz bu sonuncu yolu benimseyenlerdenim.

  1. Bana Hikâye Anlat/ma’ da genç öykücülere yazdığınız mektuplar da var. Öyküye heves eden gençlere tavsiyeleriniz nelerdir?

İ. Calvino güzel özetlemiş: “Klasikler her okunduğunda bize yeni şeyler veren metinlerdir.” İlkin hikâye geleneğimizin kaynaklarını; Dede Korkut hikâyelerini, halk hikâyelerini, mesnevileri hatta Klasik Türk şiirini; sonra modern hikâye döneminde bu türde üretilmiş başarılı eserleri okumak…

  1. Hocam, aynı zamanda öykü eleştirileri de yazıyor, öyküyü yakından takip ediyorsunuz. Dünya ve Türk edebiyatında okuyucularımıza salık verdiğiniz isimler kimlerdir?

Türk Edebiyatından: A. H. Tanpınar, S. F.  Abasıyanık, M.Ş. Esendal, H. Taner, T. Buğra, R. H.  Karay, S. Ali, Vüs’at O. Bener, Oğuz Atay, Ferit Edgü, Tomris Uyar, Bilge Karasu; R. Özdenören, Mustafa Kutlu, Ayfer Tunç, Sevim Burak, Murat Gülsoy, Cemil Kavukçu, H. Ali Toptaş, Ethem Baran, Sema Kaygusuz…

Dünya Edebiyatından (Roman-öykü): A. Çehov, N. V. Gogol, F. M. Dostoyevski, V. Nabakov; F. Kafka, V. Woolf, J. Borges, G. G. Marquez, C. Pavese, J. BaudrillardM. FoucaultU. EcoI. Calvino, B. Schulz, W. BorchertM. Proust, J. Cortazar, H. Murakami, T.S. Eliot, J. Joyce, W. Faulkner, S. Zweig (Zweig’ten her tür okunmalıdır), Sadık Hidayet… 20 Ekim 2019.


Bu söyleşi, Temmuz Dergisi Aralık 2019, 38’nci sayısında yayımlanmıştır.