Kategori: Recep Seyhan

Recep Seyhan

Söyleşen: Hatice Ebrar AKBULUT HE-“Öykünün içimde iyice yoğunlaşmasını bekler, yazmaya öyle koyulurum.” “Öykü yazmak için küçük notlar alırım, sonra bunların toplamından bir öykü çıkar.” “Uzun uzun yürüyüşler yapar, kendimi masaya oturmaya ikna ederim. İkna olduğumda öykü gelir, kendini yazdırır.” Bu cümleler, öykünün konuşulduğu mekânlardan zihnimde kalanlardan bazıları. Bu cümlelerin türevleri sizde de vardır. Bahseder misiniz biraz? RS- O cümlelerin hemen hemen aynısını bizimle yapılan başka bir söyleşide ifade etmiştik (1) Doğrudur, bende de oluyor bunlar. Öykü yazmak için…

Recep Seyhan – Zongo’nun Değirmeni’nden “Dalında olgunlaşıp kuruyan, kurda kuşa yem olmaya hazır bir meyve gibiyim şimdi. Yüksek yüksek yaylalardan kesildim, gecesi aydınlık şehire gitmekten kesildim, araziye gitmekten kesildim. Ahır bile bana kapısını kapadı. Dünya; ovasıyla, yaylasıyla, toprağıyla beni terk etmeye başladı. İyisi mi toprak beni bırakmadan onu dönüştüreyim.”(…) Zongo’nun bunları böyle içinde dokuyup durduğu bir mart ayının sonlarıydı.Bu gelişme üzerine konu komşu ile dayanışarak kirli beyaz taşı kağnılarla getirtti köye.Günlerce işledi o taşı kapı önünde.Taş son…

Öykü: Recep Seyhan (…) Orta yerde derin bir sessizlik vardı. O sırada, bütün bir köye; evlerin saçaklarına, avlu girişlerine, kapı eşiklerine, köy içindeki tozlu yollara, hayvan eğreklerine, asırlık dut ağaçlarının dallarına, tavuk pinekliklerine, seren böğürlerine, samanlık diplerine katmanlı kavisler çizerek yayılan o sessizliğin tanımsız sesini herkes duydu. İşini aşını bırakıp aynı amaçla oraya toplanan kavruk yüzlü insanlar, o irkiltici sesin icra ettiği bir münzevi dinletiye kulak kesilmiş gibiydi. Gerilmiş bir sessizliğin sarkacında asılı kalmış bir yürek burkacıydı…

Öykü: Recep Seyhan (…) Muhayyilemin zamanın dehlizlerinde dolaşma gücünü görmek beni dehşete düşürüyordu: Bir sabah kalktığımda ya güneşi doğmamış bulursam? Ya geceler bir daha gelmezse? Ya akşam konuştuğum dili sabah kaybedersem? Ya denizler taşıp okyanuslar dünyayı istilâ ederse? Yıldızlarda neler yaşanıyordu? Büyükbabama oralarda bir yerlerde rastlayabilir miydim? Bir gün insanlar için ölümün yok olduğunu düşündüm: Ölüler kalkıp dünyayı işgal etmişler, dünyadakiler; babalarından, dedelerinden, anlatırken yere göğe sığdıramadıkları tarihî şahıslardan dünyayı kurtarmak için ellerindeki bütün güçleri seferber etmişlerdi.…

Öykü: Recep Seyhan (…) Bir cumartesi gecesi bir akrabamızın düğününe katılmıştım. Babam, içkili düğünlere “haram” olduğu gerekçesiyle hiçbir surette katılmazdı; velev ki bu bir yakınımızın düğünü olsun. Düğün içkiliydi. Sırf ayıp olmasın diye kerhen de olsa bu tür düğünlerde bulunmamız gerekiyorsa evi temsilen beni görevlendirirdi babam. Düğün salonu, insanların birbirlerine ne giydiklerini gösterdikleri, giydiği giysiyi görmeyenlerin gözlerine sokmak için göz delici oklar icat ettikleri bir insan fuarı gibiydi. Salonun orta yerine kurdelelerden boşalan konfeti değil; insanların bağırsakları,…

Öykü: Recep Seyhan Hiç hazır oyuncağım olmadı benim; oyuncaklarımı kendim yaptım:Kara lastiğimin birini -ya da ikisini birden, iş yoğunluğuna göre art arda- araba yapıp içinde kum taşıdım ‘şantiyeme’. Bu arada yabani tevek sapları da direksiyonum oldu tabiî. (Yaş tevek göceklerini kolan gibi örüp simit şekline getir, al sana direksiyon) Ağır yük altında inleyen şantiye arabalarımın şose yokuşlarından düzlüğe çıkınca vitesini değiştirdim: “Uvvvvvvvvvnnn!” Sonra kabaktan şapıldaklı sürgit arabası yaptım. Hızlandığında “şapılt şapılt” ritmik ses çıkarırdı ve ben o…

Öykü: Recep Seyhan Kimse yıllarca görmemiş, kimse farkına varmamış, orada, iskelenin girişinin hemen sağ köşesinde unutulmuştu sanki. Sadece bu da değil; unutanlar onu orada unuttuklarını da unutmuşlardı. Ayaklar akıyordu hemen önünden; birbirine iltifat eden, telefonla konuşan, konuşurken karşısından gelene son anda çarpmamak için ani bir gerdan kıvırışla savuşup giden, içinden öyküler akan, yüzlerine sirke dökülmüş hareketli ölüler geçiyordu… Çömelmiş olduğu o köşeden gelip geçenleri izliyordu sırtını iskeleye dayamış olarak. Köşeye ilişmemişti de sanki oraya biri gelip yapıştırmıştı…

Öykü: Recep Seyhan Adam, sırt çantalı başka bir adama yaklaşıp aradığı bir adresi sormak istedi. Sırt çantalı adamın kulağında kulaklık vardı, adam duymadı. Adam onu bu hâlde bulunca diğerine yönelecek oldu; ama onun da kulağında kulaklık vardı. Daha öteki de böyleydi. Kulakları kapalıydı insanların ve onlara işittirmek neredeyse mümkün değildi. Bir an, sorusunu yöneltebileceği kimse bulamayışının aksayan yürüyüşü ile bir ilgisi olup olmayacağı geçti aklından.Sonra bu düşüncesinin yersiz olduğunu düşündü. Çok geçmeden anladı ki insanların kulakları tıkalıydı…

“Safahât-ı Hayattan”Mehmet Akif’in şairliği ile ilgili soğukkanlı, samimi bir değerlendirme pek yapılmamıştır. Akif’in hikâyeciliği üzerinde ise yeterince durulmamıştır. Bunun çeşitli sebepleri vardır. En önemlisi İstiklal Marşı’nın, Akif’in şairliğinin ve düşünce adamı kimliğinin önüne geçmesi; dolayısıyla yapılacak farklı bir değerlendirmeden sadece Akif’in değil İstiklal Marşının da etkilenebileceği (yersiz) kaygısıdır. Bu türden mülahazaların, Akif’le ilgili sanatsal değerlendirmelerin önünü tıkayan dar bir kalıp olması yanında bilimsel çalışmalara da bir katkısının olmayacağı açıktır. Bu kısa çalışmamız Akif’in hikâyeci tarafına eğilecek ve…

Kitabın editörlüğünü kitabiyatta otorite bir isim olan Yusuf Turan Günaydın yaptı. Prof. Mehmet Arslan bir takriz yazdı. Arslan, Osmanlı Kültürünü en iyi bilen bilim adamlarımızdan biriydi. Geçen yıl aramızdan ayrılan bu değerli bilim adamının son çalışmasının bu takriz olacağını kimse bilemezdi (Allah rahmet eylesin). Konu başlıkları ele alınırken temel hatlarla yetinilmiş olup ayrıntıya boğulmaktan ve akademik üsluptan kaçınılmıştır. Dolayısıyla bu kitapta nesnel değil öznel bir bakış açısı kullanılmış ve bazı kavramlar gerektikçe yorumlanmıştır. Bu kitapta “Hey gidi Osmanlı!”…