ŞEVKET BULUT’TAN BİZE BİR İLETİ VAR
Şevket Bulut, geride 7 hikâye kitabı bırakmasına rağmen, yıllarca özenle atlanmış önemli bir hikâyecidir. (Bahaeddin Özkişi için de aynı şey söylenebilir; fakat akademisyen Cüneyt Issı, Özkişi aleyhine daralan hattı yardı.) Bulut, birkaç kişinin hikâye yazdığı dönemlerde (1970-90) yazmayı sancı edinen bir emektardır. Bu toprakların insanlarının hikâyesinin anlatılmasından söz edeceksek ilk akla gelen isimlerden biridir Bulut. Anadolu’da yaşadı, büyük şehirlerin şamatasına girmedi. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu (biraz da görevi gereği) iyi bilirdi. Maraş, Malatya, Erzurum, Kars, Kilis, Hatay, Adana, Sivas vb. Anadolu’nun nabzının attığı illerde dolaştı. Yaşadığı dönemde “Cumhuriyet döneminde 100 önemli hikâyeci” arasında gösterilmişti.
Şevket Bulut nasıl bir yazardı? Şevket Bulut neden önemli bir hikâyecidir? Uzun süre neden nisyana terk edildi? Bunun metinleri ile ilgisi nedir? Önemi ve yaptığı iş neden son zamanlarda anlaşıldı? Genç hikâyecileri bu sorular ilgilendirmelidir. Bulut, Âkif’in sanat anlayışına yakın bir yerdedir. O da “gördüğünü ve bildiğini” yazdı. Kendisi ile yapılan bir söyleşide şunu söylüyor: “Görmediğim, bilmediğim bir çerçeveyi ve insanlarını nasıl anlatabilirim?”[1] Burada belirleyici olan anlatımlarınızın sanatın kabullerine uygun olup olmamasıdır. “Toplumcu” kelimesini sevmiyorum, halk adamıydı diyeceğim. Maraş’ın yaklaşık 500 köyünü dolaştığını; içinde yaşadığı halkın söz varlığını (deyimlerini, kelime hazinelerini), törelerini, yaşama biçimlerini gözlemlediğini hatta bunları not aldığını biliyoruz. Öyleydi; halkın içinde, onlardan biri gibi yaşadı Bulut.
Bir vesileyle değinmiştik; öykü için aynı şeyi söyleyemesek de hikâye türü gerçeğe daha fazla yaslıdır. Hikâyede muhayyileyi (dolayısıyla kurmacayı) askıya almak elbette söz konusu olamaz; fakat tabiatı icabı hikâye geleneksel damarla senli benlidir biraz. Demek ki Al Karısı yazarı, gerçeğe ve geleneğe yaslı hikâyeler yazdı. Bulut’un hikâyeleri folklor araştırmacıları için önemli bir hazinedir.[2] Hikâyelerinde “Evin hatunları şahbaz olmalı” gibi kolay söylenen fakat etkili halk söyleyişlerine, “kalbi parmaklarının ucunda atıyor,” ya da gölgesine tüküren adam gibi çağrışımı yüksek imgesel kullanımlar oldukça yoğundur. Bulut, Dede Korkut Hikâyeleri, Mesneviler ve geleneksel halk hikâyelerinden önemli ölçüde beslenmişti. Dolaştığı yerlerde (mesela Erzurum’da) Hekâtçı Behçet Usta gibi hikâye anlatıcıları ile karşılaşması ise o ve çağdaşı yazarlar için bir kazanç idi. Çok az kullansa da (keşke onu da yapmasaydı) hikâyelerinde mahalli ağıza fazla iltifat etmemiştir fakat halk arasında yaşayan; zere (meğer), güleş, çıngı, bartıl (rüşvet), meses (üvendire) vb.Türkçe kelimeleri metnin bütünlüğünün hazmedebileceği bir tutarlılık ve kolaylık içinde kullanmıştır. Bir de yaşadığı dönemin koşullarının yansıtılması var. Bu yönleriyle Bulut, dil ve kültür aktarıcısı olarak önemle kaydedilmesi gereken bir yazardır.
Öncelikle birkaç tespit: İlkin; onun hikâyeleri mutlak anlamda bir muhayyile ürünü değildir, yani tümüyle öyle değildir. Bulut bir sanatçının “yontuculuk” vasfını elbette haizdi ama bunu gerçeğe bağlı kalarak yaptı. Bunlar onun için bir nakise miydi? Kendisinden sonra gelen öykücülerin Bulut’un benimsediği anlayışı, öykü için bir nakise gördüğünü düşünüyorum. Bu bakış yanlış idi çünkü Şevket Bulut öykücü değil hikâyeciydi.[3] Keyfiyet, 2000’lerden sonra öykünün yıldızının parlamasıyla da ilintilidir. Bulut’un bir süre nisyana terk edilmesinde bunun payı ne kadardır bilemeyiz ama vardır. Şevket Bulut (hikâyelerinin zamanla anlaşılmaya başlaması ile) bize şunları iletiyor: Anlatının beslendiği damarlardan birini veya birkaçını kesemezsiniz yahut onu sabitleştirdiğiniz kalın çizgilerle çevreleyemezsiniz. Kimseye falan veya filan gibi (elbette Şevket Bulut gibi de) yazması gerektiğini teklif edemezsiniz. Keza kimseye sadece öykü yazmasını, hikâye yazmamasını salık veremezsiniz. Bizim asıl anlatı damarımız hikâyedir. Aslı dışarıda tutmaya kalkışırsanız yazdığınız öyküler de (zamanla) savrulur. Bununla, Bulut’un anlatım tekniğinin veya benimsediği sanat görüşünün biricik olduğunu ve oraya dönülmesi gerektiğini söylemiş olmuyoruz. Öyle bir şey eşyanın tabiatına da aykırıdır zaten. Şunu diyoruz: Zamanın Şevket Bulut’u haksız çıkarmadığını, hele tekzip etmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. İster hikâye yazalım ister öykü; yazdığımız metin, önce türün, sonra sanatın kabullerine uygun ise mesele yoktur. Bu iki temel direği yıkarsanız döneminde ilgi de görse metniniz zamanla kendisini “dışarıda” bulur.
Bir vesileyle hikâye ile öykü için aynı yumurtanın ikizleridir demiştik. Bunu oraya havale ederek şunu diyeceğiz: Şevket Bulut hikâye türüne hakkını vererek yazdı. Sanatın aktarıcılık vasfının farkındaydı ve sanat yoluyla halkın değer yargılarını, yaşama sevincini, çilesini, koşullarını aktarmak istiyordu. En önemlisi eriştiği zamanları sanatın hafıza kaydına almak gibi bir derdi vardı Bulut’un. Durduğu yer Nureddin Topçu’nun “isyan ahlakı” ile özetlediği çerçeveye uygun idi. İlk çalışmaları Hareket dergisinde yayımlanmıştı. Bulut’u ilk kez okuyan biri onun sosyalist bir çizgide durduğunu düşünmekte tümüyle haksız sayılmaz; fakat o dünya görüşü ve eşyayı algılama biçimi bakımından o çizginin tümüyle dışında idi. Kendisi dünya görüşünü “ruhçu, gerçekçi-milliyetçi” olarak tanımlıyor.[4] Peki, nereden bu yanaşık görüntü diye düşünülebilir: Şundan: “Gözlemci gerçekçi” duruş ile “toplumcu gerçekçi” bakış birbirine komşu bir yerde idiler. Bulut’un yoğun olarak yazdığı dönemlerde Bekir Yıldız, Mahmut Makal, Fakir Baykurt, Kemal Bilbaşar gibi “toplumcu gerçekçi” yazarlar revaçta idi. Dahası, Bulut ile bu yazarların anlattıkları coğrafya aynı coğrafya, yazdıkları insan aynı insan profili idi. Mesela Bulut’un hikâyelerinde halkın kanını emen devlet memurları da vardır (Sarı Arabalar) eşkıyalar (veya eşkıya tipli adamlar) da. Fakat Eşkıya Kanunu’ndaki Halit, Bir Salkım Üzüm’de Candaroğlu, Halo Mecit’in Firarı’nda Halo Mecit vb. eşkıyalar da onların anlatımı da Bekir Yıldız’ın Kaçakçı Şahan’ından çok farklıdır. Bu fark şurada: Bulut, bu yazarların düştüğü tuzağa (anlattıkları insanlara beslendikleri düşünsel zeminin kaygan penceresinden bakmak gibi bir tuzağa) düşmedi. Kendi ifadesiyle “kuru sefalet tablolarının” cenderesine hapsetmedi metinlerini. Aleyhine sıkıştırılmış hattı yarıp çıkması çok da kolay değildi bu yüzden. Fakat bu cendereyi lehine çevirecek önemli bir avantajı vardı: O, halkı kendi değerler manzumesi içinde nasıl yaşıyorlarsa öyle gördü ve öylece anlattı. Hiç yüksünmeden onların kurnazlıklarını veya düzenbazlıklarını da; irfanlarını (asaletlerini, yardımseverliklerini, değer yargılarını, soyluluklarını, inançlarını vb.) da; hurafelerini ve uz görüşlerini de yansıttı. Keza Bulut, bu çeşitlilik içinde Anadolu’da bozulmadan yaşayan değerler manzumesinin bütüncül ağırlığını öncelikle önemsedi. Bu, onu emsallerinden ayıran önemli bir fark idi. Eleştirilmesi gereken tarafları yok muydu Bulut’un? Elbette vardı: Bir kere Bulut derdi olan bir adamdı. Benimsediği çizgi (gözlemci gerçekçilik), bünyesinde bir tezi de barındırıyordu. Tezli anlatımların içinde ise mayınlı alanlar vardır. “Ben buradayım diye bağıran esere eser diyemeyiz,”[5] görüşünü ilke edinse de yazarın, zaman zaman derdini öne çıkardığı veya satırların arasından yazar varlığının göründüğü yerler olmuştur. Fakat haksızlık etmeyelim, Bulut’un metinlerine bütüncül bir pencereden bakınca, bunun, eserlerini örseleyecek boyutta olmadığını da görürüz.
Bu yazı Mahalle Mektebi’nin Ocak 2020 sayısında, Ş.Bulut Dosyası’nda yer almıştır
[1] Mustafa Karabulut, Bir Millî Hikâyeci: Şevket Bulut, YTE Araştırmaları Yayımı,
Temmuz, 2016
[2] İbrahim Erşahin, Folklör Malzemesinin Modern Türk Hikâyesinde Kullanılması ve Şevket Bulut,
KSÜ, Sos. Bil. Enst. Yüksek Lisans Tezi. Kahramanmaraş
[3] Öykü hikâye farkı için bak. Recep Seyhan, Bana Hikâye Anlat/ma (Kuramsal yazılar, ontolojik tahliller),
Bilge Kültür Sanat,2017
[4] Ekrem Karadişoğulları, Şevket Bulut Hikâyeciliği, AÜ Türkiyat Ar. Dergisi, sayı 33,2007
[5] Eshabil Karademir, Oynaş Yazarı Şevket Bulut ile Konuşma, Hisar dergisi, sayı 163, 1977