HİLMİ AYDIN İLE MUKADDES EMANETLER ÜZERİNE

Aliye Öten, Fulya İbanoğlu, Mehmet Yüksel

• Hilmi Bey Topkapı Sarayı’nda göreve nasıl başladınız?

Önce Resim Heykel Müzesi’nde göreve başladım, sonra Topkapı Sarayı’na naklen geçiş yaptım. Resim Heykel Müzesi’nde o sırada Ahmet Özel, Bahar Kocaman vardı. Şu faydası oldu, İstanbul Üniversitesi’nde Oktay Aslanapa’dan dersler alıyordum. Yüksek lisansı kazanınca Oktay Hoca tez hocam oldu. Bitirdik, daha sonra Topkapı Sarayı Müzesi müdürü Ahmet Menteş’le tanıştık ve Topkapı Sarayı’na uzman olarak naklen geçiş yapmama vesile oldu.

• Yani siz Ahmet Bey zamanında başladınız göreve. Kutsal Emanetler sorumlusu olarak mı başlamıştınız?

6 Ağustos 1990 yılında Topkapı Sarayı’nda ilk göreve başladığımda müdürümüz Ahmet Menteş idi. Sanat Tarihi’ni bitirip gelmiştim. Topkapı’da çalışan arkadaşların çoğu hanımefendi olduğundan hafta sonu kimse gelmek istemezmiş. Cumartesi-Pazar nöbetçi amiri yaptılar beni Topkapı Sarayı’na. Bir müdür yardımcımız vardı Turgay Tezcan, silahlar ona zimmetliydi. Zimmet ne kadar ağırlık yapıyorsa hasretle bir erkek uzman gelmesini bekliyorlarmış, biz başlayınca Ahmet Bey’in de oluruyla zimmeti bize yönlendirdiler. Yaklaşık 2,5 yıl gerçek anlamda bir sayım yaptık. Fatih’in kılıcından, Kanuni’nin kılıcına, Yavuz’un hançerinden Kayıtbay’ınkine kadar, tek tek elden geçirdik, saydık, eksiği noksanı var mı baktık, detaylı inceleyerek zimmete kaydettik. Daha sonra Kutsal Emanetler sorumlusu Jale Özbay Hanım’ın rahatsızlığından dolayı Saray’ın eski neslinden Turan Bek’le beraber Mukaddes Emanetlere baktık. Rahmetli müdürümüz Ahmet Bey, Mukaddes Emanetlerin de zimmetini üstlenmiş, hizmetkarlığını yapıyordu; şahsıma verilmesini kendileri uygun gördüler ve görevi tevdi ettiler. Yine komisyonlar kurularak Mukaddes Emanetlerin zimmeti ve devir teslim işlemleri tamamlandı, görevi almış olduk.

• Kaç yıl bu dairede görev yaptınız?

1990’dan 2005 Temmuz’una kadar 15 yıl. 2008 yılında da Anıtlar Kurulu’nda görevliyken İlber Hoca’nın başkanlığında müdür olarak tekrar görevlendirmeyle Topkapı Sarayı’nda devam ettim.

• Sizin silahlarla ilgili yaptığınız envanter çıkarma, zimmetinize alma işlemleri Mukaddes Emanetlerde de yapıldı mı?

Komisyonlarla beraber yapıldı, hatta daha detaylı yapıldı.

• Bu komisyonlar nasıl tespit ediliyor, nasıl yapılıyor?

Sayım komisyonunda uzmanlardan tecrübeli bir arkadaş komisyon başkanı oluyor, yine Topkapı Sarayı’nın uzmanlarından üç tane de komisyon üyesi oluyor, zimmeti devreden, zimmeti devralan ve ayniyatçı oluyor, bu komisyon huzurunda eserler tek tek sayılıyor. Kutsal Emanetlerde bohçalar tek tek açılıyor, çıkarılıyor, kontrolleri yapılıyor, eksiği gediği var mı diye notlar alınarak devir teslim işlemleri yapılıyor.

• Peki o tarihten önce sayım yapılmış mıdır?

Şurası bir hakikattir ki Topkapı Sarayı 3 Nisan 1924’de müze olarak açılmadan önce yine o dönemdeki sayım komisyonu görevlileri tarafından saraydaki bütün eserler sayılmış, notları alınmış, envanter defterlerine kayıtları yapılmıştır. Tabii bu sayımlar sanat tarihçisi gözüyle, uzman gözüyle çok detaylı yapılmış mıdır derseniz orada bir eksiklik olabilir ama biz gerçek anlamda o dönemde bu hizmeti yapan büyüklerimizin hepsini rahmetle anıp yad etmek zorundayız. Hakikaten çok önemli bir görev yapmışlardır. Sarayda o gün mevcut her şeyin kayıt altına alınmasını sağlamışlar ve günümüze kadar ulaşmasına vesile olmuşlardır. Günümüzde yapılan sayımlar sanat tarihi açısından daha detaylı bir şekilde yapılmıştır. Hatta şunu söyleyeyim 2004 yılında yayınlanan ama 1994 yılından beri üzerinde çalıştığımız Hırka-i Saadet Dairesi ve Mukaddes Emanetler kitabının yayım aşamasında iken Has Oda’da emanetlerin tamamının fotoğraflarının çekilmesi, görsellerinin hazırlanması denetimimizle, başında durarak yapıldığında gümüş kase olarak kayıtlara geçen bir tabağın Peygamber Efendimize ait olduğu, kenarlarındaki yazılardan Peygamberimizin içinden su içtiği kap olduğu anlaşılmıştır. Kayıtlarda “Peygamberimize ait mektup” olarak geçen başka bir emanetin deri üzerine kufi hatla yazılmış Tebbet suresi olduğu anlaşılmıştır. Niyetler halis olunca Cenab-ı Hakk o kitabın hazırlık aşamasında Süleyman Berk gibi çok değerli, bilgili hocalarımızı nasip etti gönderdi. Biz ne yaptık? Bir takım statükoyu aşarak, “Hocam şuna bir bakabilir misiniz?” demekten çekinmedik. Onların yardımlarıyla bu eser ortaya çıktı. Şunu da gördüm, Topkapı Sarayı’nda envanter sistemi ve raf sistemi -müzecilik anlamında söylüyorum- dört dörtlük yapılmamış, bazı ufak tefek aksaklıklar var. Bir eseri istenildiği an depodan bulup getiremeyebilirsiniz. Bizim dönemimizde yaşanmıştı, belki bugün yaşanmıyordur. Belki iki-üç gün aranmıştır ama o eser mutlaka bulunmuştur. Yani kaybolma diye bir şey asla söz konusu olmamıştır.

• Peki, envantere kayıtlı kaç eser var?

Dediğim gibi 1997’de vazifeye gelince sayım yapıldı. Kayıtlı 605 eser olduğunu tespit ettik.

• Emanat-ı Mukaddese’nin tamamını bugün itibariyle biliyoruz o zaman? Ayrıca bu eserlerin mevsukiyeti meselesi var…

Osmanlı Türkçesi ile yazılan envanterler ve o envanterlerde bulunan bütün eserler şu an elimizde bulunmaktadır. Bütün objeler eksiksiz günümüze ulaşmıştır. XIX. yüzyıl başında sahil saraylar önem kazanıp saray ahalisinin bu yapılara geçtiği zamanlarda bu emanetlerle ilgili dedikodular olmuş ve gündeme gelmiş olabilir. Ancak bu Cumhuriyet döneminde kesinlikle söz konusu değildir. Bu eserlerin orijinalliği konusunda birtakım iddialar hep ortaya atılmıştır hatta Murat Bardakçı Karbon 14 testine tabi tutmayı teklif etmiştir. Size yaşadığımız bir olayı anlatayım. Mukaddes Emanetler kitabının hazırlık ve yayım aşamasında her zaman yanımda duran ve bana yardımcı esas kişi Ahmet Doğru kardeşime hassaten teşekkür ediyorum. Her ne kadar kitap çıkmadan önce ve çıktıktan sonra yayını çıkardığını iddia eden yayınevinin çalışanı başka bir editör olsa da Ahmet kardeşim tek yardımcıydı. Kitabın basımı esnasında “terlik” olarak envantere geçen Peygamber Efendimize ait “sandalet” tespit edildi. Bakanlık denetiminde Konservasyon Müdürlüğü’nden gelen uzmanlarla konservasyona tabi tutuldu. Müdürümüz Filiz Çağman, iyi bir minyatür uzmanıydı, gelip inceleme yaptığında bu emanetin çok yeni durduğunu gülerek ifade etmişti. Envanter ve bilgi notları okundu ve süreç tamamlandı. Bir yıl sonra İsrail’de bir sergiye giden müdire hanım, elinde broşürle gelip – Na’l-i Şerif’in benzeri bir sandaleti göstererek- “3000 yıllıkmış, düşünebiliyor musunuz, ne harika!” gibi yorum yapınca kendi kendime dedim ki bizdekinin orijinal olduğunu Allah bu şekilde tasdik ettirdi. Türkiye’nin her yerinde Sakal-ı Şerifler var, inanıyoruz. Osmanlı döneminde sultanlar, dinde ve ilimde üst derecelere çıkmış kimseler saf mıydı! Sahte olma ihtimalini duydukları anda, kendilerine böyle bir taleple geleni bile çevirmemişlerdir, siyaseten, hürmeten. Biz Peygamber Efendimize ait olduğunu düşündüğümüz objelere kudsiyet atfetmiyoruz, bizim böyle bir derdimiz yok. Bu emanetler bize alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimizi hatırlatıyorsa, onun dokunduğunu düşünebiliyorsak, onun o kaseden su içtiğini hissedebiliyorsak bu önemli değil mi? Şunu da unutmayalım, manen ve madden de bu eserlerin her biri dünyada sanat tarihi açısından eşi benzeri olmayan eserlerdir. Halid bin Velid’in düşen sarığını almak için canını tehlikeye attığında kendisini yadırgayan silah arkadaşlarına “Bu sarığın içinde Peygamber Efendimizin saçının bir teli var. Ben onu hangi tarafa yönlendirdiysem o muharebeyi kazandım. Siz olsanız bunu korumak için canınızı vermez miydiniz?” dediğini bilmiyor muyuz? İlber Ortaylı’nın bu konuda verdiği bir demeçte söylediği ve hiç aklımdan çıkmayan güzel bir cümlesi var: “Bir insanın inancıyla uğraşmanın size ne getirisi var! İnsanlar ne şekilde inanıyorlarsa öyle kalmaları ve mutlu olmaları sizi niye rahatsız ediyor!”

• Kitabın çıkmasına kim karar verdi. Kitapla beraber gizli hazine olan Mukaddes Emanetler bir bakıma deşifre oldu. Nasıl oldu da çıktı?

Topkapı Sarayı’nın ilk müdürlerinden Tahsin Öz 1953’te Emanat-ı Mukaddese adında siyah beyaz bir kitapçık çıkarmıştı. Baskısı yıllardır bitmiş olan ve mahkemelik olan bu eserden başka piyasada bir kaynak yoktu. Bizim hazırladığımız bu kitabın yazılması kişisel bir hedeften ziyade tamamen Allah’ın nasibi, lutfu. Fikir nasıl oluştu? Cağaloğlu’nda Tarih ve Medeniyet dergisinin yöneticisi Devlet Arşivleri’nin de ilk Genel Müdürü olan rahmetli Prof. Dr. İsmet Miroğlu’ydu. Bir gün mesai arkadaşımla ziyaretine gitmiştik, Topkapı Sarayı’nda çalıştığımızı söyledik. Ben İstanbul Üniversitesi’nde hem İsmet Bey’den hem de Hakkı Dursun Yıldız’dan seçmeli dersler alıyordum. İsmet Hoca öyle güzel anlatırdı ki Tarih derslerini; kendinizin amfide mi yoksa Süleymaniye Camii’nde mi olduğunuzu karıştırabilirdiniz. Derslerini 100 kişilik salonda abartısız 500 kişinin dinlediğini söyleyebilirim. Allah rahmet etsin. Çıkarken bize “Çocuklar hemen gidiyorsunuz Topkapı Sarayı’nın taşını toprağını yazıp bana getiriyorsunuz, her ay yayınlıyorum.” dedi. Gençlerin önü böyle açılır. İlk “Topkapı Sarayı’ndaki Söğüt Kalkanlar” diye bir yazı yazdım. Dergiye götürüp hocaya verdim. Artık o heyecan farklı bir şey, üç ay bayilerin önünde çıktı mı çıkmadı mı bekliyorsun. Bir baktım çıktı. Sonra Hamza Bey yazısını götürdü. Derken yazmaya devam ettik. Bir gün ziyaretimize Süleyman Berk Hoca geldi. “Tanıdık yayınevi var, elinizde bir şey varsa yayınlayalım.” dedi. Ben de rafta duran taslağı verdim. Bir müddet sonra bir editörle geldi Süleyman Berk, basım işine karar verildi ancak müdürle görüşülmesi gerek. Filiz Çağman randevu vermiyor, izin vermiyor. Bir gün beni kahve içmeye davet etti, “Gelmiyorum.” dedim. Şaşırdı, kitaba izin verilmemesi nedeniyle olduğunu öğrenince yan odaya davet etti. Kültür Varlıkları Müzeler Genel Müdürü Alpay Pasinli’yi aradı. “Hilmi Bey Mukaddes Emanetler ile ilgili bir broşür basacak, izin istiyor.” dedi. 10 dakika sonra izin geldi. Broşür şeklinde çıkacak kitaba izin geldi! Filiz Çağman güçlü bir hanımdı. Dönemin Kültür Bakanı İstemihan Talay bile her konuda arar, fikrini alırdı. Topkapı Sarayı müdürünün o dönemde öyle bir ağırlığı vardı. Eserleri dışarıya çıkaramadığımız için stüdyoyu Has Oda’da kurup, hepsini tek tek çektik. Nihayet kitabın maketi matbaadan geldi, epey kalın. Yayınevinin editörü ve genel müdürü geldi, müdire hanımla görüşülecek. Beni de çağırdılar, dedim “Ben gelmiyorum.” On beş dakika sonra sekreter aracılığıyla çağırılınca mecburen gittim. Filiz Hanım taslağı açtı, Hırka’nın resmi geldi, elindeki kurşun kalemle çizdi: “Çıksın!”. Sancak-ı Şerif… Çizdi: “Çıksın!” Kitap kuşa döndü -keşke o nüshayı saklasaymışım-.

1991'de çekilmiş bu fotoğrafta solda merhum, Topkapı Sarayı Müzesi'nin 1940'larda müdür muavini, neyzen, hattat Lütfü Turanbek'in oğlu arkeolog Turan Turanbek’tir. Yanındaki bey Cam Seksiyon
Müdürü Hamza Taşçı.
1991’de çekilmiş bu fotoğrafta solda merhum, Topkapı Sarayı Müzesi’nin 1940’larda müdür muavini, neyzen, hattat Lütfü Turanbek’in oğlu arkeolog Turan Turanbek’tir. Yanındaki bey Cam Seksiyon
Müdürü Hamza Taşçı.

• Görsellere mi metne mi “Çıksın” diyor?

Görsel çıktı mı zaten metin de çıkacak.

• Doğru.

Ama görsel üzerinden gidiyor. Metni okumuyor. Nedeni, niyeti nedir bilemiyorum.

• Niçin ama? Kitapta olunca görseller ele ayağa düşer, yakışık almaz vs. bu tür bir hassasiyetle mi?

Olabilir bilmiyorum. Ukab yani Sancak-ı Şerif mesela… Lime lime olmuştu tabii olarak. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde de bahsediliyor daha o vakitlerde lime limeymiş. Dolayısıyla bize bundan ötürü gelecek herhangi bir eleştiri sebebi olamaz. Sonradan olan bir şey değil yani. Ufak bir parçası kalmış. Yeni sancağın bir yerine dikilerek Efendimize hürmeten muhafaza edilmiş, ordular Peygamber sancağıyla sefere uğurlanmış. “O çıksın, bu çıksın”, devam etti. Ağzımı dahi açmadım, çıktık dışarı. Arkadaşlara dedim ki: “Bir tek resim çıkıyorsa kitap basılmayacak!” Kitap basıldı! Ama o süreçte etraftaki herkese dedim, hiç kimseye kitap baskıdan çıkıncaya kadar bir şey söylenmeyecek, hiçbir şey paylaşılmayacak, bilgi verilmeyecek. Kitap çıktı, Başbakanlık tarafından elçilere, milletvekillerine hediye edildi. Çıktıktan sonra artık kimse bir şey söylemedi. Müdire hanım akıllı biridir o da bir şey demedi. Doğrudur, Osmanlı’dan günümüze görsel olarak bu emanetlerin bir arada bir kitapta toplanması ilktir.

• Emanat’ın tamamı 1962’den itibaren sergileniyor mu?

Modern müzecilikte hiçbir zaman eserlerin tamamı teşhire konmaz. Teşhirdeki eserlerle depolardaki eserler yer değiştirilerek eserlerin restorasyon ve konservasyonuna fırsat verilmektedir. 27.12.1997’de Destmal Odası restorasyonu tamamlanıp açılıyor. 2001’de Na’lin-i Saadetler ziyarete açılmıştı. 09.12.2007’de Hırka-i Sadet Dairesi’nin restorasyonu tamamlanıp ziyarete açılmıştı. Şimdi de organik ve inorganik eserlerin sürekli, 365 gün sergide olması doğru değil. Sergilenmemesi meselesi vardır, eser zarar görmesin diye. Na’lin-i Saadet ve Kur’an-ı Kerim’den örnekleri, mektupları Ramazan ayında teşhire koyuyorduk. Ramazan bitince yine yüz yıllardır korundukları şekilde korunmaya devam ediliyorlar.

• Emanetlerin muhafazası nasıl sağlanıyor?

Öncelikle havayla temas etmemeleri için tedbirler alınıyor, iklimlendirme vs. Eskiden de zamanın şartları dikkate alınarak her bir emanet 7, 14, 21 hatta 40’a yaklaşan bohçada nemden, ışıktan muhafaza edilmiş. Yüzyıllardır Has Oda’da muhafaza edilen bu eserlere herkesin ulaşması da mümkün değil. Padişahlar Has Oda’nın anahtarını cebinde taşırmış.

• Siz müzedeyken “Elimizde Mukaddes Emanet var.” diye getiren oldu mu hiç?

15 yılda bir tek sefer. Doğrudan müdürün makamına geldikleri için biz şahit olmuyorduk tabi. Satmak için getirmişler ben de şahit oldum. Alım yapılmadı. Osmanlı dönemi üslubundaydı muhafazası ama bilmiyorum, taklit mi orijinal miydi?

• Dünya üzerinde bu kadar çok Sakal-ı Şerif olması hep bir polemik mevzuu. Birileri de ellerinde bulundurdukları Sakal-ı Şerif’i kendilerine bir paye edinmek için kullanıyorlar.

O dönemden bu yana bazı aileler tarafından Sakal-ı Şeriflerin korunarak geldiğine inanıyoruz. Benim kanaatim bunların sıhhat derecesini tartışmanın inanç dünyamıza müspet menfi bir katkısı olmayacağı yönündedir. Ama Sakal-ı Şerif’in Efendimize ait olduğunu bilip, inanıp, yanında bulundurmak isteğini anlayabiliyorum. Bunu mantıkla, rasyonel birtakım yollarla doğruluğunu test etme konusu etmek inancın hislerle irtibatlı olduğu hakikatini değiştirmez. Efendimizden bu kadar saç-sakal telinin gelmesi mümkün, ama zaman içinde fırsatçılar bunların sahtesini gerçeğiyle karıştırıp devrin ileri gelenlerine takdim ettiyse bilemeyiz tabii. Her halükarda bu bir gönül meselesi.

• Hırka-i Saadet Dairesi’ni İslam coğrafyasından özel izinle gelip ziyaret edenler oluyor muydu? Devlet nezdinde yani?

O dönemde Has Oda’nın kapısı tamamen kapalıydı. Has Oda’nın kapısı günümüzde açılarak camekan ardından ziyaret edilebilir hale getirilmiştir. Benim olduğum dönemde o kapı tamamen kilitliydi. Hırka-i Saadet muhafazanın içinde ziyaret edilir. Mesela Süleyman Demirel hanımıyla gelmişti. Tayyib Bey belediye başkanıyken gelmişti.

• Siz orada vazifeliyken özel bir hadise yaşadınız mı?

Ziyaretçiyi her zaman görmüyoruz tabii. Ama bir keresinde yabancı bir turist hafta boyu geldi gitti. Nöbetçi arkadaşlardan haberini alıyoruz: Sabah geliyor, kapanışa kadar da dolanıyor oralarda. Özellikle Has Oda’nın önünde görevli arkadaşlar bu durumu sormuş, Kur’an dinlemekten zevk aldığını söylemiş. Sonra müslüman oldu o beyefendi. Anlayacağınız birileri gerçek mi değil mi tartışa dursun birileri de halen Efendimizin bereketini orada duyup yaşayabiliyor, ne mutlu onlara… Burası her zaman Saray’ın en çok ziyaret edilen kısmı, bir cazibe merkezi olma özelliğini korumuştur.


KAYNAK: TDV-İSTANBUL MÜFTÜLÜĞÜ DERGİSİ
ISSN: 1308-9595
YIL: 17 SAYI: 49 Yaz 2024/1446