
SULTAN II. ABDÜLHAMİD’İN HIRKA-İ SAADET DAİRESİNDEKİ CENAZE MERASİMİ
Hırka-i Saâdet Dairesi ile alâkalı hatıralar arasında Vak’anüvis Ahmed Refik Bey’in Sultan II. Abdülhamid’in vefatından sonra kaleme aldığı yazıyı kaydetmek yerinde olacaktır. 18 Şubat 1918 tarihli Vakit gazetesinde yayımlanan bu yazı, bir İslâm halifesinin cenaze merasimini olduğu kadar, bu daireyi ve burada icrası mutad olan bir merasimi çok güzel anlatmaktadır: “Abdülhamid’in Naaşı Önünde Hâkân-ı sâbık irtihal etmiş… Bu havadis ilk defa gazetelerden öğrenildi. Boğaz, güneşin parlak ziyaları arasında gülüyordu. Otuz dört sene müddetle Osmanlı tahtını işgal eden Sultan Abdülhamid-i Sânî birkaç saat sonra, güzel İstanbul’un toprakları altına gömülecekti. Sultan Abdülhamid’in cenazesi, Beylerbeyi Sarayı’ndan Topkapı Sarayı’na getirilecekti. Orada yıkanacak ve saat dokuzda Sultan Mahmud Türbesi’ne gömülecekti. Orta Kapı önünde başında kabalak, elinde tüfek tek bir nöbetçi bekliyor. Bâbüssaâde önündeki ak ağalar, kemâl-i nezâketle gelenleri karşılıyordu. Kubbealtı, harab ve metrûk, ihtişamlı devirlerin hâtıralariyle meşhûn, asırların vakayiine acı acı gülüyor gibiydi. Güneşin ziyâsı servilerden süzülüyor, çimenler üzerine dökülüyordu. Bir iki hademe, ellerinde tırmıklar, sabahın feyizli güneşi altında yeşeren çimenler üzerinden sararmış yaprakları topluyorlardı. Sultan Ahmed-i Sâlis Kütüphanesi’nin önünden geçtim. Siyah esvablı hademe lâle bahçesi tarafından hızla koştu: Cenâze geliyordu. Sarayburnu’na doğru ilerledim. Ufak bir kafile, parkın kumlu yokuşunu ağır ağır çıkıyordu. Rıhtıma büyük bir istimbot yanaşmış, sarı bacasından dumanlar yükseliyordu. Bu manzara pek hazindi. Marmara, sahiller, tepeler güneş içinde idi. Uzakta Hamidiye Camii’nin nârin ve beyaz binâsı, Yıldız’ın ağaçlık caddesi, sarayın çıplak ağaçlar arasından görünen müselsel damları, mebhut ve sâkitti. Siyah, bütün siyahlar giyinmiş kafilenin başları üzerinde, beyaz bir çarşaf, koyu bir şal, yeni bir sedye görülüyordu. Sultan Abdülhamid, tahta bir sedye üzerinde, yatağının içinde, bîruh yatmıştı. Kalın, sarı çizgili yatak çarşafı, sedyenin kenarlarına doğru sarkıyordu. Üzerine turuncu ve yeşil nakışlı, kıymettar, koyu bir şal örtülmüştü. Rüzgâr estikçe şal kalkıyor, altında zayıf bir vücudun, ufak bir başın kabartısı görülüyordu. Cenâzenin önünde Beylerbeyi Sarayı’nın muhafızı, yanlarında iki sıra asker, sedyenin etrafında Enderûn-u Hümâyûn ağaları, saray erkânı ağır ağır yürüyorlardı. Sedye el üstünde taşınıyordu. Arkada Şehzâde Selim Efendi, dâmat paşalar, mahzun ve müteessir ilerliyorlardı. Her tarafta mübhem bir sükût… Hademeden biri elinde bir fes taşıyordu. Fesin üzerine beyaz bir mendil örtülmüştü. Bu, Sultan Abdülhamid-i Sânî’nin fesi idi. Bütün simalar müteessirdi. Uzakta, bir bahçıvan, elinde bir çapa, melûl nazarlarını dikmiş, bakıyordu. Etrafta cesedi taşıyanların kumlar üzerinde ayak seslerinden başka bir şey işitilmiyordu. Deniz sâkin ve dalgasızdı. Sarayın önünde, Bizans’ın ebedî yâdigârı yüksek sütunlar güneşin ziyâlarıyla parlıyordu. Cenâze lâle bahçesi önünden geçirildi. Hırka- i Saâdet’in yeşil ve yaldızlı kapısı önüne getirildi. Kapı açılmıştı. El üzerinde içeri girdi. Şehzâdeler ve dâmat paşalar Mecidiye Kasrı’nda, cenâzeye refâkat edenler dışarıda kaldılar. Kapı kapandı, içeriye Hırka-i Saâdet erkânından başkası giremedi.
Ne münevver, ne ulvî, ne ihtişamlı bir daireydi! Burası, Osmanlı hânedânının, hilâfet nâmına inşa eylediği en bediî, en mutantan, en parlak bir mâ’beddi. Duvarlar mavi ve yeşil çiniler, altın yaldızlı levhalarla müzeyyendi. Sultan Selim’in halefleri, ruhlarını bu mukaddes mahalde tesliye ederler, ordularının zaferleri için burada dua ederler, Hırka-i Saâdet önünde gözyaşları dökerlerdi. Duvarların rengârenk çinileri, kıymettâr yazılar göz kamaştırıyordu. Hâcet penceresi önündeki hasırlar kısmen kaldırılmıştı. Karşıda, geniş buzlu camlar Haliç’in görünmesine mani oluyordu. İki yeşil kerevet üzerinde, serviden, altı kollu ufak bir tabut, hasırların kalktığı taşlık üzerinde, ufak bir teneşir görülüyordu. Sultan Abdülhamid, üryan ve bîruh teneşir üzerine yatırılmıştı. Hâcet penceresinin yaldızlı parmaklıkları önünde müteessirâne durdum. Tabutun ilerisinde, Enderûn erkânı, ellerini hürmetle kavuşturmuşlar, hizmete muntazır, bekliyorlardı. Karşıda, Sultan İbrahim’in sünnet odası, asırların menâkıbını saklayan kapalı kapısı, mavi çinili duvarlarıyla, tarihin bu safhasına karışmak istemiyor gibiydi. Teneşirin etrafında, ikisi yeşil, ikisi beyaz sarıklı dört hoca, ellerinde lifler, misk sabunları, dindârâne bir ihtişamla nâşı yıkıyorlardı. Sultan Abdülhamid’in beline doğru beyaz ve yeni bir kefen örtülmüştü. Göğsünden yukarısı ve dizlerinden aşağısı açıkta idi. Vücudunda uzun bir hastalığın zaafı görülmüyordu. Renginde ölüm sarılığı, korkunç bir sarılık yoktu; fildişinden, câmid bir cisim gibiydi. Boynu ufak, saçı ve sakalı ağarmıştı. Burnu, çehresine nisbeten uzunca idi. Gözleri kapanmış, çukura batmıştı. Uzun ve siyah kaşlarının vaziyetinde melâl ve teessür vardı. Saçları alnına doğru biraz dökülmüştü. Sakalı bembeyaz, uçlarına doğru sararmıştı. Yüzünde ihtiyarlık alâmeti, fazla buruşukluk yoktu. Boynu incelmiş, omuz kemikleri dışarı fırlamıştı. En zayıf yeri göğsü idi. Göğüs ve kalça kemikleri görülüyordu. Bacakları beyaz ve ince, ayakları ufaktı. Vücudunda hiç kıl yoktu. Yalnız meme uçlarında, kollarının alt kısımlarında, parmaklarının uçlarında siyah kıllar görülüyordu. Kolları bîtâbâne iki tarafa düşmüş, ayaklarının parmakları açılmıştı. Vücudunun sağ tarafı bembeyazdı, sol tarafında ve arkasında kırmızılıklar görülüyordu. Hey’et-i umûmiyesi sevimli idi. Beyaz bir vücud, yıkandıkça güzelleşen bir naaş, yeni bir teneşir üzerinde, yıkayanların ellerine tâbî, uzanmış yatıyordu. Naaşın karşısında, ellerinde gümüş buhurdanlıklar, ağalar duruyordu. Herkes huzû’ içinde idi. Bütün sîmâlarda tevekkül alâmetleri görülüyordu. Hırka-i Saâdet Dairesi tarihî bir gün yaşıyordu. O gün vakâyi’le dolu, uzun bir saltanat devresinin son sahifesi kapanacaktı. Bütün nazarlar, Sultan Abdülhamid’in teneşir üzerinde yatan kapalı gözlerine dikilmişti. Naaşa sıcak su döküldükçe beyaz bir duman yükseliyor, buhurdanlıklardan çıkan öd ve amber kokularına karışıyordu. Etrafta hâşiâne bir sükûn hüküm sürüyordu. Hizmet için girip çıkanların, hasır üzerinde, ayak seslerinden başka bir ses işitilmiyordu. Ayak ucunda, direğin yanında dâmatlardan iki zat, ellerini kavuşturmuşlar, gözleri naaşa matuf, müteessirâne ağlıyorlardı. Dışarıda tabiatın bütün güzellikleri hissediliyordu. Haliç’in suları umulmaz bir şubat güneşinin revnakları altında parlıyordu. Şimşirliğin ağaçları çıplak, baharın feyzine munzardı. Yıkanma el’an bitmemişti. Sultan Abdülhamid’in, teneşir üzerinde, kapanmış gözleri, ağarmış saçları, çıplak vücudu ile bîtabâne yatışı, kalplerde melâl ve intibah hisleri peydâ ediyordu. Bâzan başı birdenbire kayıyor, yanlarına doğru düşen kollarıyla, mâsum, bîçâre bir insan vaziyeti alıyor, ak ve perîşân sakalıyla boynu garîbâne bükülüyordu. Nihâyet nâşın yıkanması bitti. Sarı ipek işlemeli havlulara kurulandı… Tabut yere indirildi… Teneşir, tabutun yanına getirildi… İçine kefenler serildi; Sultan Abdülhamid’in naaşı hürmetle tabuta indirildi. Sultan Abdülhamid son dakikalarına kadar kendini kaybetmemişti. Hattâ vasiyet etmişti: Göğsüne ahidnâme duâsı konacak, yüzüne Hırka-i Saâdet destimâli, siyah Kâbe örtüsü örtülecekti. Bu vasiyet harfiyen icra edildi. Sultan Abdülhamid’in tabut içinde, beyaz kefenler arasında, kemikleri sayılan çıplak göğsünde ahidnâme duâsı, yüzünde siyah Kâbe örtüsü, ak sakalı, ebediyete doğru kapanmış gözleriyle üryan ve perişan, Hırka-i Saâdet dairesinde yatışı cidden elîmdi; Sultan Abdülhamid bütün günahlarını tarihe bırakmış, hâşiâne bir vaziyette Huzûr-ı İlâhî’ye gidiyordu. Kefen bağlandı, tabut kapandı. Sedef kakmalı, asırlar görmüş bir saatin ağır taninleri Hırka-i Saâdet dairesinin ulviyeti içinde aksetti, tabutun techizine başlanmıştı. Üzerine evvela bir yatak çarşafı, daha üstüne sırma işlemeli al bir örtü konuldu. Ayak ucuna lâciverde yakın çiçekli bir kumaş sarıldı. En üste Kâbe örtüleri, kıymettar taşlarla müzeyyen kemerler konuldu. Başına ve kollarına şallar sarıldı. Baş tarafına sarılan yeşil atlas üzerine kırmızı bir fes konuldu. Naaş yıkanırken, çıplak bir tabut, tahta bir teneşir, Hırka-i Saâdet dairesinin gözler kamaştıran renkleri ve yaldızlarıyle tezad teşkil ediyordu. Şimdi Sultan Abdülhamid’in ipekler, şallar, sırmalar, kıymettar taşlarla müzeyyen tabutu dairenin ihtişam ve ulviyetine tevafuk etmişti. Herkes çekildi. Yalnız, müzeyyen sütunlar, mülevven duvarlar, parlak levhalar arasında, başı harem dairesine müteveccih bir tabut, solda, Daire-i Aliyye’nin penceresinden altınlar ve sırmalarla müzeyyen yeşil perdeler, ağır sırma püsküller, altın şebekeler, kıymettar ve tarihî levhalar, Kelâm-ı Kadîmler görülüyordu. Arzhâne önünden bir ayak sesi işitildi. Dâmat paşalardan muhterem bir zât, mütessirâne adımlarla ilerledi, Hırka-i Saâdet duvarının köşesinde melûl ve mahzûn durdu. Ellerini açtı, gözleri tabuta müteveccih kısa bir dua etti, samimî bir hıçkırık müzeyyen kubbelerde akisler bıraktı. Saat dokuz… Hırka-i Saâdet kapısının önünde sırmalı üniformalar, kalpaklar ve şapkalariyle sefirler ve zabitler bekliyorlardı. Ecnebîler bu muazzam daireyi merak ve hayretle seyrediyorlardı. Ulemâ, arkalarında geniş kollu, göğsü sırmalı yeşil ve mor libaslar, sarıklarında sırmalar, hürmetle istikbal ediliyordu. Kalabalık gittikçe artıyordu. Veliahd-ı Saltanat, şehzâdeler, büyük üniformalarıyla gelmişlerdi. Şubat güneşi altında, nişan, sırma, üniforma parıltısından başka bir şey görülmüyordu. Hırka-i Saâdet dairesinin kapısı birdenbire açıldı. Bütün nazarlar kapıya çevrildi, kalabalık o tarafa doğru birikti. Kapının iki tarafı doldu. Herkes, kalpler müteheyyiç, cenâzeyi görmek istiyordu. Nihâyet elmaslı kemerler, sırmalı Kâbe örtüleri, al
atlaslarla müzeyyen tabut kırmızı fesi ile, parmaklar üzerinde, mehîb ve muhteşem, dışarı çıktı. Erkân-ı Devlet, zâbitler, Sultan Abdülhamid’in cenâzesi huzûrunda dikilmişti. Tabut, Hırka-i Saâdet kapısı önünde yüksek bir mevkie konuldu. Hamidiye Camii’nin kürsü şeyhi, sırmalı yeşil esvabı, göğsünde nişanı ile taşın üzerine çıktı.
Etrafına bakınarak sordu:
- Merhumu nasıl bilirsiniz?
Velveleli, hazîn, müteessir bir ses, serviler
arasından aksetti.
- İyi biliriz.
Kısa bir Fâtihâ bu merâsime de nihâyet verdi. Tabut kaldırıldı, Sultan Ahmed-i Sâlis Kütüphânesi’nin, Arz Odası’nın sağından ağır ağır geçti, Bâbüssaâde önüne geldi. Cenâze namazı alelusûl burada kılındı. Alay burada tertip edilecekti. Şehzâdegân, âyân, ümerâ, saray ağaları, hep buraya toplanmışlardı. Arada sırada, teşrifat memurlarının sırmalı esvaplarıyle, ellerinde beyaz bir kâğıt:
- Âyân, meb’ûsân, ricâl-i ilmîye, ümerâ… diye çağırdıkları işitiliyordu. Nihâyet alay tertip edildi. Servilerin önüne hademe-i şâhâne, zâbitân ve efrâdı dizilmişlerdi. Piyâde efrâdı, silahlarını omuzlarına asmışlar, kemâl-i sükûnetle yürüyorlardı. Tabutun önünde dedeler, Şâzelî dergâhı dervişleri gidiyordu. Tabutu taşıyanlar Enderûn-u Hümâyûn ağaları ve saray erkânıydı.
Tabut Bâbüssaâde’den Orta Kapı’ya kadar, serviler arasından, yavaş yavaş ilerledi. Orta Kapı’dan vakar ve ihtişam ile çıkarken hazîn bir tehlîl, rûha huşû ve tevekkül veren tatlı bir sadâ, orta kapının taş duvarlarına, bir zamanlar vüzeraya mahbes teşkil eden kapı arasına aksetti. Bu sadâ, Sultan Selim-i Sâlis’in hassas, necîb rûhunun tercümânı idi. Enderûn’dan akseden her terâne, hassas padişahın pâk ve mübârek rûhunu yâd ettirmemek kabil miydi? Enderûn-u Hümâyûn ağaları salât okuyorlardı. Kubbealtı’nın harap duvarlarına akseden bu sesler, Osmanlı rûhunun hazîn feryatlarıydı. Herkes tabutun arkasından hürmetle yürüyordu. Bu târihî kapı, ne padişah cenâzelerinin çıktığını görmüş, etrafında ne acı göz yaşlarının döküldüğüne şâhit olmuştu. Önde, dedegânın fâsıladâr, hazîn nevâları işitiliyor, Şazelî dergâhı şeyhlerinin hüzünlü bir Arap lâhni ile okudukları Kelime-i Tevhîd, tekbirler ve naatler arasında âheste bir nakarat gibi yükseliyordu. Orta Kapı ile Bâb-ı Hümâyûn arası Alman zâbitlerinin otomobilleri, mükellef konak arabalarıyla dolmuştu. İki zarif hanım, arabada, ayağa kalkmışlar, yüzlerinde ince peçeler, alayı seyrediyorlardı. Biraz ötede, Bizans’ın İrini Kilisesi ve son devrin askerî müzesi önünde, Mehterhâne takımı, cesîm kavukları, kırmızı şalvarları, sırma cepkenleri, sarılı ve kırmızılı bayraklarıyla durmuşlardı. Canlı bir tarih, tevkîr ve hürmet ile tabutu selamlıyordu. Cenâze, Bâb-ı Hümâyûn’dan çıktı. Sokaklar insandan görülmüyordu. Ayasofya önünden Sultan Mahmud Türbesi’ne kadar caddeye iki sıra asker dizilmişti. Ağaçlar, evler, pencereler, damlar kadınla, çoluk, çocukla dolmuştu. Tabut, acıklı ve müteessir dualarla, tekbîrler ve tehlîllerle ilerliyordu. Cenâzeyi görenler, müteessir oluyorlardı. Evlerin pencereleri kadınlarla dolu idi. Bir hanım, hıçkırıklarını zaptedemiyor, mendili gözlerinde başını duvara dayamış, ağlıyordu. Cenâzeyi lâkaydâne seyredenler de vardı. Fakat hassas kalpler, bu hazîn merâsime, bu müellim feryâdlara, bu dînî ihtişâma karşı gözlerinin yaşardığını hissediyordu. Otuz dört sene hilâfet makamını işgal eden Osmanlı padişahının son merâsimi hürmetle ifâ ediliyordu. Son şehkayı andıran ‘Allah! Allah!’ nidâlarıyle tabut türbe kapısından içeriye girdi. Sultan Abdülhamid hürmet ve tekrim ile kabre indirildi. Osmanlı tarihinin otuz dört senelik safhası hazîn bir sûrette hitâma erdi.”
Son Padişah Vahideddin ise cülüs töreni için saraya geldiğinde ağabeyi Sultan Reşat’ın cenazesi Hırka-i Saâdet çeşmesi önüne uzatılmıştı. Bir süre Bağdat Köşkü’nde dinlendikten sonra tören için Bâbüssaâde’ye doğru giderken, şadırvanlı kapı önünde Reşat’ın tabutu önünde durup fatiha okumuş; kendisi tahta giderken öncekinin mezara götürülmekte oluşundan etkilenerek yanındakilere “Taht ile teneşir arasındaki mesafe çok kısa!” demiştir.
Derin Tarih Dergisi Ekim-2024 Sayısından Alınmıştır.