BİR MUHALİF OLARAK MEHMED AKİF
Sultan Abdülhamid muhalefetinden hareketle
Akif’in Muhalif Duruşuna Psikanalitik bir Yaklaşım Denemesi
Akif’in muhalif duruşu, sözgelimi muktedirlerle anlaşamayışı (özellikle Sultan Abdülhamid’e muhalefeti) üzerinde ayrıntılı durulmamış, bu kısım çabuk atlanmıştır. “Orayı fazla kurcalamayalım” anlayışı yahut kafamızdaki hazır kalıpların değişme kaygısı; felsefenin, analitik düşünmenin, özgür ve özgün fikir üretiminin de önünde ciddi bir engeldir. Bütün işi konfeksiyon kalıpları savunmak olan cengâverlerimiz var. Bu, düşünce hayatımız için sağlıklı bir şey değil kuşkusuz. Kült adamlar hakkında kalıpların dışında analitik bir düşünce serdederken iki kere düşünüyoruz bu yüzden. Bendeniz de bu yazıyı hazırlarken iki kere düşündüm. Bu kısa çalışmamız Akif’in muhalif tarafına eğilecek ve bu gövdeye yaslı olacaktır.
Akif neden Sultan Abdülhamid’e muhalif idi? İkisinin de hassasiyetleri; hatta siyasi görüşleri de aynıydı oysa. Kimi insanlar tam da buraya tıkanıp kalmışlar ve onun bu tutumunu bir türlü anlayamamışlardır. Akif’ten de Sultan Abdülhamid’den de vazgeçemeyince orta bir yol arandı ve İstiklal Marşı şairinden “bir eksilme olmaması için” kendisinden bir pişmanlık alma arayışına girildi. Bu da komik oldu tabii. Bu tutum bazı göstergeler sundu bize: İlkin; bize tutuşturulan konfeksiyon kalıplarla düşünmenin, ideolojilerin ‘deli gömleği’ ile dışarı çıkmanın insanı getirip bırakacağı yer böyle bir komedi sokağıdır. Bu hattan gidildiğinde Tanpınar’ın 60 darbesini alkışlaması karşısında da aynı yere varılırdı ve öyle de oldu. Oysa bu gibi meseleler kendi şartları içinde, tarihi akışı ve insana özgü kişilikler düzleminde tabii karşılanabilseydi şaşılacak bir şey de olmayacaktı. Öyle olmadı tabii. Meseleyi irdelemek için mevzunun psikanalitik tahlilini deneyeceğiz; çünkü konu bu alana gelip dayanmış bulunuyor. (Girişe az sabır gerekecek.)
Sanatçı kişilikler, bilinçdışının gönderilerinin tazyiki altındadırlar ve bu sebeple nevrozlu insanlardır çoklukla. Rollo May, “içinde bireyin gizilgücünün saklı olduğu yaratıcı bir etkinliktir,” diyor nevroz için. Nevroz, bireyin iç dünyasında cereyan eden olağan iç çatışmalardır. Nevrozun ileri düzey bazı aşamaları, problem üreten bir kaynağa dönüşme riski barındırır. (Ayrıntı için bk. Eserini Yazarın Sabıka Dosyasına Koymalı mı? başlıklı yazımız) Mesela sanatçı, varlığına dış dünyadan onay alma veya öykünme kaygısı taşıyabilir. Bu aşamadaki sanatçı; “sanatçı dediğin muhalif olur, falan ve filan sanatçılar da öyle zaten. O halde ben de muhalif olmalıyım,” gibi komplekslerle malul olabilir. (Söylemeye gerek yok ki bu, Akif’e en uzak aşamadır.) Böyle başlayanlar her şeye muhaliftirler artık. Dünyada da çevrelerinde de her şey ya bizzat kötüdür, ya da kötüye gitmektedir. Atlamadan; bu noktada kendilik problemi de yaşanıyor olabilir. Kendilik problemi, bünyesinde persona ‘kim’lik ya da maske kendilik, dış dünyaya yabancılaşma, geçmiş arketiplerle taşınan “yenik benlik” gibi başka problemler üretir. Konu, böyle karmaşıktır biraz. (Mevzuyu merak eden Heinz Kohut’un “Kendilik Kuramı”na bakabilir.)
Sanatçıların ortak tarafı mutsuz olmalarıdır. Sartre’ın Sözcükler’de “güzelliği mutsuzluk tuzağıyla yakalamaya karar vermiştim,” demesi enteresandır.[1] Onları mutsuz eden bir başkası için sıradan olabilir. Tam da bu sebeple sanatçılar sıra dışıdırlar. Esasen bir sanat adamının temel özelliği, herkes gibi ol(a)mayışıdır. Bu sebeple onlar herkesleşemezler. Keyfiyet, sanatın seçkinci yapısıyla doğru orantılıdır. Bu, sanatçıların onları muhalif bir kişiliğe sahip olmalarının da gerekçesidir. Sanatçı ruhlar, bir yanıyla zor insanlardır bu yüzden, onlarla yaşamak da zordur. Herkes için olağan olanlar sanatçılar nezdinde olağanüstü olabilir. Tepkileri aynı değildir kısaca; çünkü durdukları ve baktıkları yer farklıdır ve eşyayı herkes gibi algılamazlar. Bu yanıyla sanatçılar çocuklara da benzerler. Sanatçı bakışında determinizme yer yoktur; aynı sebepler onlar için aynı sonuçlara yol açmayabilir. Mesela herkesin mutlu olduğu/olması gerektiği bir mesire yerinde onların kafası başka yerlerde dolaşır ve oradan herkesin aldığı neşeyi alamazlar. Sadece bu değil; herkesle anlaşamazlar, evlilikleri de özel hayatları da çoklukla “rayında” değildir.
Bu kadar lafı Akif’in ruhsal durumunu doğruya en yakın şekilde tespit edebilmek için ettik. Akif, nevrotik bir tip idi, huzursuz, sıra dışı bir adamdı. Karlı bir kış günü paltosunu paltosuz birine verip kendisi sokakta titreyecek kadar etik değerleri yüksek, vicdanı uyanık, sıra dışı bir adamdı. “Doğrucu davut” derler hani, deyimdir. Dosdoğru bir adamdı. Midhat Cemal Kuntay’n, Akif’in ömrünü tanımlarken kullandığı ifadeyle “Bu, berrak altmış üç senedir; siyah ve pis tek bir dakikası yoktur.”
Akif, bir yönüyle -bir süre kendisiyle çatıştığı- Tevfik Fikret ile aynı nevrotik özelliklere sahip idi. (Bu durum, Fiktret’te daha sonra ileri düzeylere ulaşacaktır.) Akif de varlığında derin çatışmalar yaşıyordu. Bu, onun içine doğduğu şartlarla doğrudan ilgilidir. Oraya girmeden önce çatışmanın kaynağına inelim: Psikologlar nevrotik çatışmanın, beklenenin veya arananın bulunamaması sonucu ego ile id; ya da ego ile süperego arasında cereyan ettiğini belirtiyorlar. Nevrotik çatışmaların merkezinde kaygı vardır. Freud’a göre kaygı, benlik tarafından algılanan bir tehdit veya tehlikeye karşı bir sinyaldir. S. Kierkegaard’a göre ise, nesnesi olmayan ruhsal bir durumdur ve bireyi kaygıya sürükleyen yasaklardır.[2] Otto Rank’a göre yaratıcı ruhların derin kaygı ve korkularının iki kaynağı vardır: Biri hayat korkusu, maişet derdi; diğeri ise özerkliğini yitirerek kendisini gerçekleştirememe kaygısı.[3]
Mehmet Akif Ersoy, yukarıda açıklamaya çalıştığımız ilk aşama özelliklere sahip, çeşitli konularda derin kaygıları olan bir şairdi. Emsalleri gibi öyle herkesle kolay geçinemeyen, dünya ile anlaşamayan mutsuz bir insandı. Tam da bu noktada, -emsallerinin çoğundan farklı olarak- kendisinden de önce devleti ve toplumu için ciddi kaygılar taşıyordu; yani o içe dönük değil; manzum olarak dile getirdiği gözlemleri ve analizleri ile topluma dönük duran nevrotik bir kişilik idi. Genel anlamda, (bir ömür süren kaygı bakımından) Namık Kemal, Şinasi, Abdülhak Hamid nevrotik kişiliklerdi. Servet-i Fünun dönemi sanatçılarının; Mehmed Rauf’un, Hüseyin Kâzım’ın, Hüseyin Cahid’in durumları daha farklı; Ali Kemal, Tevfik Fikret, Beşir Fuad, Ali Suavî, Abdullah Cevdet ise çok daha farklı düzeydeydiler. Ayarsız ve aynasız adamlar, ezelî muhalifler; Şair Eşref, Neyzen Tevfik, Hayalet Oğuz, Sakallı Celal, İlhan Şevket ‘nevişahsına munhasır’ düzeyde hepsinden farklı nevrotikler idiler. A. H. Tanpınar, Cevat Şakir, Sabahattin Ali, Sait Faik, Orhan Veli, Cahit Sıdkı, Cemil Meriç, Necip Fazıl ve Nazım Hikmet; yakın zamanlarda Tezer Özlü, Nilgün Marmara benzer düzeylerde nevrotik kişilikler idiler. Bu insanların muhalif duruşlarının sebepleri farklı olsa da hepsinin ortak özelliği eşyayı yerinde bulamamanın derin kaygıları içinde yaşamış olmalarıdır. Muhalif oluşları da bu yapılarıyla çevrelenmişti. Bütün muhaliflerin ortak kaderleri derin bir yalnızlıktır. Akif de -özellikle ömrünün son on yılında- derin bir yalnızlık yaşadı, yalnız vefat etti. Yakın dostlarından İbrahim Sabri vefat gününün yalnızlığını anlatırken “Hâlâ içimde kanar o günden kalan yara” diyecektir.
Akif, değindiğimiz sebeplerle zor bir adamdı. Herkesle kolayca ünsiyet edemez, ünsiyet ettiği dostlarını da sonuna kadar bırakmazdı. Mithat Cemal Kuntay, Akif biyografisinde şöyle bir ifade kullanır: “Gün oldu ki onu sevmek cesaretti. Dostları bile bazen onu gizli sevdiler.”[4] Akif’i kaygılandıran sebepler oldukça ciddiydi: Ülkenin her yerinden yükselen yangınları görüyor, çığlıkları çok net duyuyordu.
Harâp iller; serilmiş hânümanlar; başsız ümmetler / Tegallübler, esâretler; tahakkümler, mezelletler
Sadece ülkesi ve tarihi değil, coğrafyası da (Balkanlar, Hicaz, Trablusgarp vb) yağmalanıyordu. Bunu şöyle haykıracaktır:
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın! / Dolaşsın, sonra, İslâm’ın harem-gâhında nâ-mahrem…
Başını kaldırıp baktığında her yerde üç Y ile karşılaşıyordu: Yoksulluk, yozlaşma ve yağma. İlki toplumu, ikincisi insanın en değerli yerini; yani inanç alanını, üçüncüsü ise dışarıdan gelerek vatan topraklarını hedef almıştı. Bunlar içinde Akif’in en katlanamadığı da insanın iç hayatının çürümesine yol açan (kendini dini alanda belirgin kılan) cehalet idi. Bu şartlarda Akif gibi “emrolunduğu gibi dosdoğru” olan muvahhit bir adamın muhalif bir kimlikle temayüz etmemesi neredeyse imkânsızdı. Böyle bir ortamda kaygılarını gönderileriyle (kalemi ile) yatıştırmaya çalışıyor, karşısında duran bu üç düşmanla elindeki bütün imkânlarla savaşıyordu. Söyleyeceği sözler vardı ve onları bir yerler rahatsız da olsa söylemeliydi. Sanat edebiyat piyasasında olup da çalışmalarının kimseyi rahatsız etmediği, herkesle dans edebilen, her yere sığabilen günün adamları o zaman da vardı. Bu, sanat yağmalayıcılarına Akif “simsar” der. Bir dostun (Yalçın Doruk) tespitiyle “onlar Ciorancı çürümenin, Elektra karmaşasının, Fromm’cu humanizmanın, iğdiş metaforların ortasında günü elerler; fakat kendilerinden sonra geriye bir şey kalmaz.” Akif böyle bir kişiliği kaldıramazdı. Bize Irak, Suriye ve Hicaz bölgesinde, zamanın Deaş’inin işlediği kardeş katliamını (‘Gazâ’ nâmıyle dindaş öldüren bîçâre ‘dindaşlar’) yüksek sesle ve yüksünmeden duyurdu.
Akif’in muhalif olduğu; dolayısıyla kendileriyle savaştığı insan, kişi, topluluk ve kurumları şöyle sıralayabiliriz: Korkaklar, riyakârlar, hımbıllar, zalimler, müstebitler; Batılı müstemlekeciler, Batıcılar, İttihat ve Terakki Partisi (“Onların birçoğu ahrar-ı izam oldu bugün”); sıradan bilinçsiz Müslümanlar, cehalet ve buna bağlı hurafeler.
Akif, Klasik Şiir’e de muhalif idi: Bu şiir için şöyle der: “Ya rûh-ı milleti efsunluyor, uyuşturuyor / Ya sînelerdeki hislerle çarpışıp duruyor!”
Bunca yoksulluk ve acılar yaşanırken varlık içinde olanlara öfkelidir: “Paşam dedikleri ucube işte aynıyla! / Belinde seyf-i sadakat, elinde bir kamçı / Şu korkuluk gibi dimdik duran herif mi? Paşa”
Akif’in Koca Sultan’a muhalefeti mizacına uygun olarak çok sert olmuş, eleştiri sınırlarını aşarak tekfir düzeyinde kötü sıfatlar da sarf etmiştir (buraya almayalım). Hakkı teslim edelim; Sultan Abdülhamid de nasıl bir müstebit ise bu tekfire de Şair Eşref’in “Padişahım öyle alçaksın ki sen / İzzet-i nefsin Arap İzzet gibi” ifadelerine de katlanmıştır.
Akif’in II. Abdülhamid’e söylediklerine pişman olduğuna ilişkin somut bir emare yoktur.
Nasıl da kadrini vaktiyle bilemedik, tuhaf iş / Semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş!’
Mısralarındaki ünlemli alayı atlayarak buradan pişmanlık devşirilmesi boş bir çabadır. Daha sonra geri adım atmak bir yana şunları söylemiştir:
“Yıkıldın, gittin amma ey mülevves devr-i istibdâd / Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir mülevves yâd!”
Ne olacak şimdi!
Sultan Abdülhamid’e muhalefet etti diye Akif’i kaldırıp atacak mıyız? Bu sert muhalefeti sebebiyle ona “Abdülhamid düşmanı”; bir dönem ilgi duydu diye “İttihat-Terakkici”; M. Abduh’a ilgisinden dolayı “Vehhabî”; C. Afganî’ye teveccühünden dolayı “reformist”; “doğrudan Kur’an’dan alıp ilhamı” ya da “Nebiye atfile binlerce herze uydurdun /Yıktın da din-i mübîni yeni bir din kurdun” dediği için “sahabeyi küçümseyen şair” mi demeliyiz? Bu sıfatlarla Akif’i tahfif etme çabaları, bu yakıştırmaları yapanların bakışlarındaki pencerenin darlığını görmemiz dışında kayda değer bir etki bırakamazdı ve bırakmadı.
Şu kaydı düşmeliyiz: Akif’in muhalefet ettiği kişi veya kurumlara öfkesi şahsi ihtiraslarından kaynaklı değildi. Bu önemlidir. O, zamanının hiçbir yönetimiyle anlaşamamıştır. Sultan Reşad’a ve V. Mehmed’e de (Vahdeddin) kızıyordu. Akif’in Sultan Abdülhamid’e muhalefetinin temelinde, zamanın “hürriyetçi” ruhunun kuvvetli tesiri vardır. Aydınlar, hürriyetlerinin tehdit altında dolduğunu düşünüyorlardı. Dostumuz, rahmetli Niyazi Birinci’nin (Yavuz Bahadıroğlu) bu konuda espriyle karışık bir sözü vardı: “Yazarlara, düşünürlere ‘hürriyet’, Padişah’a ‘devlet’ lâzım!”
Saltanatı döneminde, Osmanlı mülkünün bugünkü TR haritasının iki misline yakın toprak kaybına uğradığı; 4 Haziran 1878’de Kıbrıs’ı İngilizlere “kiraya” verdiği için Sultan Abdülhamid’i kaldırıp atmayı nasıl düşünmüyor isek, Akif’i de bu muhalif duruşundan dolayı suçlamak hakkaniyetli değildir. Hele bu sanat ve edebiyat adamlarının işi hiç olamaz. Tarafları kendi durdukları yerden haklı gösteren noktalar da vardı kuşkusuz. Amcası Sultan Abdülaziz’in katledilmesi travmasını yaşayan, Batılı devletlerin çok müşahhas şeytanî planlarını gören Sultan Abdülhamid; bu iki temel saikle şüphecilikle malul bir insandı. Bu etkilerle Sultan’ın muhalefet biriktiren uygulamaları da olmuştur. Kaldı ki uzun süre iktidarda kalan bir insanın muhalefete kaynak üretmemesi mümkün değildi: Olayların daha sonraki akışına bakılırsa -kendi içinde tutarlı görünse de- 1.Meclis-i Mebusan’ın kapatılması (ilk Meclislerin başına böyle işler gelmiştir nedense hep), o dönemin insanlarının peşlerinde bir hafiye olabileceği hissi içinde dolaşmaları gibi. Şu da var: Döneminde, Abdülhamid’e karşı olmayan münevver var mıydı ki diye de sorsak yeridir. O dönemde Sultan Abdülhamid’e muhalefet, aydın olmanın şartlarından biri; belki psikolojik bir salgın veya ‘moda davranış’ idi. (Bunun psikolojik temellerini yukarıda izah ettik.) Listeye bir bakalım: Mithad Paşa, Ahmet İzzet Paşa, Said Halim Paşa, Namık Kemal, Yahya Kemal, Mizancı Murad, Ali Kemal, Mustafa Sabri Efendi, Manastırlı İsmail Hakkı, İskilipli Atıf Efendi, Süleyman Nazif, Rıza Tevfik, Şair Eşref, Rıza Nur, Said Nursi, Hatta Elmalılı M. Hamdi Yazır (Hal’ ile ilgili fetva heyetinde o da vardı.)…
Bu kadar insanı yok sayabilir miyiz?
Akif’in Cumhuriyet döneminde muhalefeti Meclis’in ikinci döneminden sonraya tekabül eder. İddia edildiği gibi o, Cumhuriyetin kendisine muhalif değildi. Mustafa Kemal Paşa’nın şahsına muhalif olduğuna dair ise kesin bir bulgu yoktur. Tersi vaki: Muhiddin Nalbantoğlu, Akif’in Midhat Cemal Kuntay’a yazdığı mektuplarda “Allah benim ömrümden alsın, ona versin” dediğini naklediyor. Akif’i çok seven Mahir İz hayattayken bu nakle itiraz etmemiştir. Bu ifadeyi doğru varsayarak şunu diyeceğiz: Akif, önceki muhalif duruşlarından edindiği tecrübe ile, son dönem muhalefetinin kişiselleştirilmesinden kaygı duydu ve geride, bu milletin daha o tarihte ‘milli mutabakat metni’ hâline gelmiş olan İstiklal Marşı ile ters düşecek bir iz bırakmak istemedi. Bize göre Akif doğru olanı yaptı. Aksi olsaydı İstiklal Marşı etrafında mutabakat oluşmazdı ve milli marşımız tartışma konusu olurdu. (Küçük bir zümre de olsa, bunu yapanlar yine de olmuştur.) Konuya dönersek, bu dönemde onun muhalefeti “sükût suretindedir”. İlk dönem uygulamalarının onu derin bir hayal kırıklığına uğratmasının verdiği sessizlik de diyebiliriz buna. O sessizlikte Mısır’a gider (1925). Yusuf Turan Günaydın’a göre Mustafa Kemal Paşa’nın Akif’e kızdığı nokta tam da burasıdır. Tefsir yazma konusunda ilk önce kendisine müracaat edilen Akif, teklifi kabul ettiği hâlde hiçbir açıklama yapmadan Mısır’a gider. Mısır dönüşü – tamamladığı hâlde- eseri teslim etmez. Her devlet adamı kabul etmez bunu.[5] Keşke oturup konuşsalardı. Akif’in bu dönemde maruz kaldığı muamele, vefasızlık ve dışlanmışlık duygusu sağlıklı bir insanı delirtecek düzeydedir: Bu millete İstiklâl Marşı’nı armağan eden Akif, sadece Mısır’da kaldığı süreçte değil İstanbul’a döndükten sonra da vefat ettiği güne kadar (27. 12. 1936) kadar kesintisiz polis gözetimi altında olacaktır. Sadece bu da değil, resmî düzeyde Cumhuriyet’in 50’nci yılına kadar (1986) kendisine başka bir düzlemde, “sükût suretinde” bir ilgisizlik “cezası” uygulanır. 1986’da o zincir -biraz da İstiklal Marşı hatırına- kırılır. 2011’de Mehmet Akif Ersoy; 2021’de de Mehmet Akif Ersoy ve istiklal Marşı yılı ilan edilerek kendisinden bir tür özür dilenmiş olur.
İdeolojik tutumların ve güncel siyasi bakışların tedavülde tuttuğu üç şey vardır: Mukaddes üretmek, tabu oluşturmak, saldırılacak yel değirmenleri inşa etmek. Hiçbir insan ve eylemi kutsal değildir. İnsanlardan, tarihî şahsiyetlerden tanrısal bir figür elde edilmesi; ya onu sevmeyi ibadet gibi görmeye veya şeytanlaştırıp bütünüyle redde vardırır. Bu da o figürlerin üzerine büyük bir şal örter. Artık onların anlaşılmaları, sağlıklı değerlendirilmeleri nerdeyse imkânsız hâle gelir. Konu insan unsusudur. Akif de Sultan Abdülhamid de Mustafa Kemal Paşa da insandırlar. İnsanın olduğu yerde olabilenler o dönemlerde de olmuştur.
[1] J.P.Sartre, Sözcükler, Can yayını, 8.baskı, 2013, s153
[2] Walter Schulz, “Çağdaş Felsefede Kaygı Sorunu”, s. 7-18, Korku ve Kaygı, Metis, 1991
[3] Rollo May, Yaratma Cesareti, çev. Alper Oysal, Metis, 2016
[4] J.P.Sartre, Sözcükler, Can yayını, 8.baskı, 2013, s153
[5] Walter Schulz, “Çağdaş Felsefede Kaygı Sorunu”, s. 7-18, Korku ve Kaygı, Metis, 1991
[6] Rollo May, Yaratma Cesareti, çev. Alper Oysal, Metis, 2016
[7] Mithat Cemal Kuntay, Mehmet Akif Hayatı, Seciyesi, Sanatı, s. 141.
[8] Mehmet Akif Ersoy, Mektuplar, hzl. Yusuf Turan günaydın Atlas Kitap, 2016; (aynı yazarın) Akif, Kopernik, 2017
Yazar: Recep Seyhan