Tüm bu soruların yanıtı balıkçı Kemal’de gizli.

ÇOLAK KEMAL

Öykü: Neslihan K. ALPAGUT

Siz hiç kefal yediniz mi? Pis suların yavan balığı. Nasıl lezzetlendirilir? Hangi pişirme usulü yakışır kefale? İşte tüm bu soruların yanıtı balıkçı Kemal’de gizli. Ama bilmez o. Bilemedi gitti. Deniz çuprası diye sattığı havuz çupraları hep bayat olan Kemal. Neden mi bayat? O, balığın en ucuzunu alır balık hâlinden. Pahalıya da satmaz. Ne çare ucuz almıştır, bayatlık kaderidir. Kanlıdır onun kaderi. Sattığı balıkların gözleri kadar kanlı.

Çolak eli hiç inmemiştir fingirdek Sebahat’ın yüzüne. Yüreği kaldırmaz çolak Kemal’in. Vurmak? Hiç ona göre değildir. Ama fingirdek Sebahat erkeğin kıllısını sevdiği gibi kılçıklısını da sever. Erkek adamın eli ağır olur der Kemal’e. Çolak eline bakarak. Neyse ki gülmesini bastırır her keresinde ama keskindir Çolak Kemal’in gözleri. Sebahat’ın güzelliğini de o gözlerle kaçırmamıştır zaten. Güneş yanığı tenine ne de yakışır allı güllüler. Zeytin gibidir gözleri. Kemal’in aksine o kanlı bakmaz dünyaya. Karşısındakinin gözlerinin içine değil en arkasına bakar sanki. Orada ne var onu merak edercesine. Bakarken de hep güler.

Kerpiç, tek katlı, yıkık dökük, iki göz odalıdır evleri. Kasabanın tozlu ama genişçe sokaklarının en kuytusunda, kirlenmiş, yenik beyaz boyasıyla fark edilmezlerdendir. Bir Kemal görür onu bir de ikiz kızları. Sebahat? O evden çıktı mı -ki hep çıkar- koşturmaktan arkasına bakmaz. Gelirken de telaşından hiçbir şeyi görmez. Gerçi telaşı, ne evde yalnız bıraktığı henüz beş yaşındaki kızları içindir ne de Kemal. Yarındadır aklı. Bir an önce yarın gelse, alsa götürse onu buralardan. Ne çare götürür yarınlar onu ama hep de geri getirir. Bir gün, evet bir gün getirmeyecek. Evdekiler mi? Kemal’in suçu onlar. Onun günahı. Üstelik balık yemekten de bıktı artık. Kokusu? O en kötüsü. Arınamadı gitti o kekrem kokudan.

Akşam alacası henüz çökmemişti ama kendisini hissettirmeye başlamıştı. Gölgeleri tüketmişti. Çolak elinin bileğinde bir ağrıdır peydahlanmıştı Kemal’in. Geçen gün balık hâlinde önüne gelenin yükünü taşımıştı. Üç beş atarlar diye. Atanı da olmuştu, atmayanı da. Üç beş işte, az ola faydası çok ola derdi anacığı. O hesap. Ne var ki odur budur çolak elinin zayıf bileği hem acır, hem ağrır olmuştu. İşin kötüsü gün gün artıyordu ızdırabı. Doktor Mehmet’e gitmeli o bakar, dedi içinden. Üstelik karşı eczaneden ilacı da alır.

Kapı aralıktı. Çocuklar sokakta yoklar. Ev de boştu. Evlerine bitişik Cemile Teyze’nin evine koştu Kemal. O bilir. Biliyordu da. Ama engel olamamış, çocukları sosyal hizmet görevlilerinden kurtaramamıştı. Bütün gün de düşünmüştü, belki de kurtarmıştı onları.

Çöktü kapısının önüne. Neredeyse on beş gündür ortalarda olmayan Sebahat’ı beklediği gibi beklemeye başladı. Belki gelirlerdi.

* * *

Kızlar el ele gelmişlerdi. Her an kaçabileceklerini söyleyen gözleri fırtınalı iki kız çocuğu. İri yarı müdür, elindeki kalemi bırakmış onları izlemenin anlamına varmaya çalışan düşüncelerle bakışlarını üzerlerinden ayırmadı bir süre. Kızlar elleri birbirine kenetlenmiş, kapının eşiğinde, mumya duruşlarını bozmaya niyetsiz, gözlerini kırpmadan müdüre bakıyorlardı. Kir-den iyice keçeleşmiş kumral saçları, güneşin de hışmına uğramış, uçlarına doğru ateşe verilmiş rengiyle, darmaduman kıyafetlerine uymuştu sanki. Müdür hâlâ konuşmuyor, yalnızca izliyordu. Onun da şimşekliydi bakışları. Her an çakmaya hazır bekleyen ama birazdan fena hâlde yağacağını haber veren gözleri, sözcükleri unutmuş, ne dese bilemeyenlerin çaresizliğiyle silkelendi ve eliyle gelin işareti yapabildi ancak. Çocuklar onu duymuyor, odanın içini izler gibi yapıp kaçamak bakışlarla karşılarındaki adamın hareketlerini izlemeye devam ediyorlardı. Birazdan adamın üzerlerine doğru uçacağını, saçlarından sürükleyerek kapı dışarı edileceklerini bekleyen hâlleri vardı.

Öksürdü adam. Endamı gibiydi bu öksürük de. Heybetli. Daha çok yaklaştı çocuklar birbirine ve kenetli elleri iyice rengini uçurdu. Parmaklarının ucu morarmaya yüz tutmuştu ama onlar farkında değillerdi. Ayaklarına baktı adam. O küçük ayaklar oldukça büyük lastik terliklerin içinde tozdan, kir-den morarmış, parmakları ise neredeyse şeklini değiştirecek.

“Gelin,” dedi, “Korkmayın.”

Hiç duymuyorlarmış gibi, her ikisi de kara gözlerini karşılarındaki adamın gözlerine geçirmiş öylece bakıyorlardı. Her an fırlayacakmış duruşlarını hiç bozmadılar. Adam, “Sebahat Hanım!” diye gürledi. Kızların gözleri parladı birden. Sebahat Hanım elleri ıslak, koşarak geldi. Kızların gözleri söndü.

“Neden bağırdınız yine Müdür Bey, ellerimi yıkıyordum,” derken çocuklara kaydırdı bakışlarını. “Uyuyorlardı biz gittiğimizde,” dedi sonra “Kimse yok muydu yanlarında?” dedi.

“Babaları balıkçıymış, erkenden çıkıyormuş evden.”

Annelerini sormadı müdür. “Çocuklar iyice bir yıkansın,” dedi.

Kadın, yeni yıkadığı ellerini çocuklara sarılacakmış gibi uzattı ama hiç dokunmadan, “Hadi,” dedi, “Gidiyoruz.” Tam kapıdan çıkacakken, döndü. “Ha, biliyor musunuz? İkizmiş bunlar…” dedi.

Müdür, “Hay, Allah’ın işine bak, ya!” dedi, ama kadın birden kapıyı hızlıca çekip odadan çıktı.

“Öğretemedik bu adama da…” diye, kendi kendine söylenirken birbirine sokulmuş çocuklara döndü. “Hadi, gelin de temizlenelim,” dedi.

Önüne aldığı kızlardan daha zayıf olanı kardeşinin elinden arta kalan eliyle başını kaşımaya başladı o sırada. Kadın, ”Hep kaşınır mısınız?” dediğinde, bit sözcüğünü duymuş gibi kendi başının da kaşındığını hissetti. Bu kez o, “Hay Allah’ım!” dedi ve çocukları Gül Hanım’a teslim ederken, onların görmediği bir anda kendi başını kaşır gibi yaparak göz kırptı. Onlarda bit ilacından bol ne vardı.


Mahur Beste Dergisinin 10. Sayısından alınmıştır.