TAM KIRK BEŞ YIL
Şimdi bir ağacın altında oturmuş onu düşünürken buluyorum kendimi. Uzun saçları özenle taranmış ve arkadan sıkıca bağlı. Sanki bir tel saçı serbest kalsa onun o kusursuz görünümünü bozacakmış gibi. Her şey bir düzenin içinde olmalıydı ona göre. Dağılsın istemezdi ne eşyaları ne de duyguları. Üniversitedeki en yakışıklı gençlerden biri olmasına rağmen bunun farkında değildi ya da umursamıyordu. Hayranlık dolu bakışlar, yanında görünmek için etrafında dolaşan kızlar vardı. Onlara da aldırdığı yoktu. Aklı fikri kitap okumak ve dersleriydi. Bir de beni düşündüğüne inanırdım. Belki de umut ederdim. Ne zaman onun yanına gitsem yüzüne yayılan bir gülümseme olurdu. Başka yerde ve kimsenin yanında görmediğim. Sevgiyi gözlerinde görebiliyordum ama hiçbir cümlesinde sevgi-aşk yoktu. Arkadaşlarımızla toplandığımızda türküler söylerdim. Onun söylediğim şarkılara içinden eşlik ettiğini de bilirdim. Sadece bir kere kendini ifade etmeye çalışmıştı. Birlikte hiç konuşmadan yürüyorduk. Aniden durdu ve zor duyabildiğim bir sesle, “Sadece seni düşünüyorum.” dedi ter içinde kalarak. O kadar heyecanlanmıştım ki tek kelime edememiştim. Konuşmaya devam etsin diye bekledim. Saniyeler, dakikalar geçti. Duymayı umut ettiklerim içimde kırılırken o sadece susmuştu. Sanki söylediği cümle aramızdaki sessizliğin içinde bir ânda yok olmuştu. Sonrası…
Aslında bir son yazmak isterdim onun hayatına sadece benimle biten.
Gitmeden son defa kendisi için bir şarkı söylememi istemişti. Ne o gece ne de daha önce başka bir şehre gideceğini söylememişti. Ama ben, onu son defa gördüğümü biliyordum. Gözlerinin içine dakikalarca baktım bir şey desin, hiç olmazsa veda etsin diye. Bakışlarını kaçırdı, sustu.
En sevdiği şarkıyı söyledim…
Dinledi…
Yine sustu…
Ve gitti…
***
Çimenlerin üzerinde oturan adam, yoldan gelip geçen herkesin dikkatini çekiyordu. Fısıltıyla sanki karşısında biri varmış gibi konuşuyor, ne ona yöneltilen meraklı bakışları ne de arkasında sessiz sedasız bekleyen torununu fark ediyordu.
Daha taşındıklarının ikinci günü, gerçek mi hayal mi olduğunu bile tam anlamadan gördüğü bir gölgenin peşine takılmıştı. Sokaklarda, sonbaharın kurumuş yapraklarını ayaklar altına serdiği parklarda, ıssızlaşan göl kenarında ona benzettiği her kadında gerçeğini arıyordu.
“Şimdi her şeyi bırakıp gidesim var.” dedi kendisiyle konuştuğunun farkında olmadan. Yorgun hissediyordu. “Buraya geldiğimde ne aradığımı biliyorum sanmıştım. Kalabalıkların içinde kaybolmadan evlatlarımla yaşamak istemiştim. Bu şehrin yeşil güzelliğine, uçsuz bucaksız denizine, gözlerime sığdıramadığım dağlarına âşık olmuştum.” Sonra sustu. Kendi sesini bile duymak istemiyordu aslında. İç sesi huzur vermedi yine. Çaresiz dinlemek zorundaydı. İçinde durmadan söylenen adam ne gevezeydi. Anlatamadığı duyguları vardı bir de. Kendinden bile sakladığı, yağmur yağdığında ya da sokaklar begonya kokusuyla dolduğunda yeniden hissettiği.
Dikkatini gökyüzündeki bulutlara verdi ve her bulut kümesine bir hikâye yükledi. Vapura benzettiği bulutun içinde yolculuk yapmayı hayal etti, nereye gideceğini düşünmeden. Ağlayan bir kıza rastladı bulutların içinde. Saçları, etekleri dalga dalga bulutlara dağılmış. Sanki bir yerlere yetişmeye çalışır gibi aceleci. Nereye ve kime geç kalmıştı acaba? Yeni bir âlemin kapısına -bulutların içinden- ulaşmak üzereydi ki, aniden çıkan rüzgâr kurduğu dünyayı dağıttı.
Kendine döndü. “Kafamdan silmeliyim bu saçma düşünceyi artık. O, bu şehirde değil. Ben sadece hayal gördüm.” dedi başkasına söyler gibi. Peki, yanından geçerken çarptığı kadının şaşkınlığı, özür dilemesine cevap vermeden hızla arkasını dönüp gidişi nedendi? Onun gözlerini gördüğüne yemin edebilirdi. Tek kelime etmeden gitmişti kadın. Ardından öylece bakmış cesaret edip peşinden gidememişti. Serap gördüğüne inandı sonunda. “Ne demeye ince bir sızının peşinde dolanıp duruyorum ki?” diye tekrarladı. Anlamını yitiren sevgilinin izini aramak, eski bir yarayı kanatmanın lüzumu da yoktu.
O, bazen bir çiçek kokusuyla çıkar gelirdi geçmişten. İncecik bir kızdı. Uzun boylu, ceylan gibi narin. Elinden tutsam hiç konuşmadan saatlerce yürüsem diye masum hayalleri vardı. Onu gördüğü zaman dili tutulur konuşamazdı. Bir keresinde güç toparlayabildiği cesaretle, “Sadece seni düşünüyorum.” diyebilmişti. Sevdiği kız o sırada güzel kara gözleriyle kendisine bakıyordu ama cevap vermemişti. Yıllar geçtikten sonra bile tam olarak emin olamıyordu hayal mi etmişti o günü? Aslında kızla hiç konuşmamış olabilir miydi? Hayal etmekle kaldığını umuyordu. Konuşamadığını, sözcüklerin boğazında düğümlendiğini unutmak istiyordu. Üniversitedeki en yakın arkadaşlarından biriydi fakat cesaret edip karşısına çıkamamış duygularını söyleyememişti. Seni seviyorum demeye cesareti yoktu.
Havanın soğuk oluşu geçmişin merdivenlerinden daha fazla aşağıya inmesine müsaade etmedi. Bacaklarında binlerce karınca dolaşıyordu sanki. İki büklüm bir ihtiyar gibi dizlerini ovalayarak zorlukla ayağa kalktı. Onca sıkıntının, yorgunluğun üzerine bir de hastalanmak olmazdı. Melek yüzlü karısı kendisi için üzülsün istemiyordu. Çocukları evlenmiş kendilerine bu şehirde ortak bir iş ve düzen kurmuşlardı. Emekli olunca yerleşirim dediği bu şehre, biraz da mecbur oldukları için taşınmışlardı aslında. Karısının torun hasreti çekmesine gönlü razı olmamıştı.
Karısını, ilk görev yaptığı kasabada görmüştü. Aylardır çektiği kalp ağrısı hafiflemişti sanki. Yeniden sevebileceğini düşündü. Kendisini evlendirmeyi kafasına koyan bunu har fırsatta dile getiren ev sahibine gidip konuşsam mı diye düşünürken buldu kendini. Bu iyiye işaretti. Yaşama isteği içinde sessiz sedasız filiz vermişti. İçindeki ses acele etmesini, elini kolunu bağlayan korkuları ise durmasını söylüyordu. Karışan duygularıyla ne yapacağını bilmez bir hâldeyken kapısı çaldı. Yaşlı adam, içinde filizlenen tomurcuğu bilir gibi tam da o sırada evine geldi. Getirdiği tencereyi uzatıp, ”Isıt da beraber yiyelim seninle. Konuşacağımız önemli konular var.” dedi yüzünde tatlı bir gülümsemeyle.
Yaşlı adam gece geç vakit kalktı. Evine gitmeden önce, “Yarın akşama hazırlığını yap. Hayırlısıyla kızı istemeye gidelim.” dedi babacan bir tavırla. Gökyüzü ışıl ışıldı o gece. Yıldızlara sesini duyurmak istiyordu. Göğsünde sıkışıp kalan tüm özlemlerini haykırmak… Kendini kuş gibi hafif hissederek varlığını özgür bıraktı. Duygularının peşinde kanatlanmıştı. “Olacak şey değil bir gülüşe takıldı gönlüm.” dedi duvarın dibinde sanki söylediğine cevap verir gibi bakan keyifli mırıltılar çıkaran kediye. Uzun zaman sonra ilk defa içinden gelerek gülümsüyordu. Genç kızın o mahcup hâlini de anlıyordu şimdi. Kendisine alıcı gözle bakması söylenmişti mutlaka.
***
“Dede…” Bir şarkı gibi kulağına dolan sese gülümseyerek döndü. “Yahu ne zaman geldin? Bu soğukta ne demeye çıktın peşimden?” Çocuk bir hamlede kucağına atladıktan sonra şımarıklıkla, “Babaannem seni merak etti. Kızdı sana. Hep böyle haber vermeden ortadan kayboluyormuşsun.” diye cevap verdi. Haklıydı kadın ama eksikti sözü. Çok zaman kendi içinde de yolunu bulamıyordu ki. Bu şehre geldiğine pişman mıydı yoksa. Takılıp kalmıştı bu düşünceye. Kalbi yıllarca yaşamaya çalıştığı şehirde kalmıştı. Aklı ise burada olmasının en doğrusu olduğunu söylüyordu. Aslında kendisini bir yere ait hissetmezdi tam anlamıyla. Memleketinin görev yaptığı her köşesini sevmesine sevmişti fakat bıkkınlık hissediyordu artık. Ruhu koca yeryüzüne sığamıyordu. Hangi devire ait olduğunu bilmeden zamansız gelmiş olduğu duygusu vardı birde. Heybesinde birikenlerin gittikçe ağırlaşması yüzünden ya da hassas olmaktan kaynaklanan bir kırılganlıktı belki onun hayatı. Şimdi aşina olduğu topraklardaydı. Nereye gidebilirdi ki zaten. Her yer hem sıla hem gurbetti onun için.
Çocukluk yılları yaşadığı yoksunluğun ezikliği içinde geçmişti. Hayata geriden başlamıştı o coğrafyanın tüm çocukları gibi. Fakat umudunu kaybetmemek için direnmekten vazgeçmemişti hiçbir zaman. Ortaokul yıllarında, kasabanın pazarında yaşlı insanların yüklerini taşımakla başlamıştı çalışmaya. Liseye başladığında yine boş durmamış, bütün gece sırtında koli taşımaktan yorulsa da gocunmadan sabah okuluna gitmişti. Eksiklikleri olsa da hayatını daha iyi şartlarda sürdürdüğü zamanlardı liseyi okuduğu yıllar. Esnaf lokantasında çorbadan başka şeyler yiyebildiği, arkadaşlarıyla çay bahçesinde oturup simit alabildiği, ikinci bir gömleği, ayakkabısı olduğu günler. Üstelik lastik değil kösele ayakkabı giyiyordu. Kar yağarken giyebileceği sağlam bir paltosu bile vardı. Az-çok demeden bulabildiği her işe razı, kazandığı her kuruşu biriktiren hâlinden şikâyet etmeyen hayalleri olan bir gençti.
Gönlüne ferahlık veren hoş duygular da yaşıyordu. Okulda kızların gözdesi, arkadaşlarının kıskanç bakışlarının da hedefiydi. Memnundu bu durumdan. Kıskanılmak galiba gururunu okşuyordu. Kısa süreli flörtler, kaçamak bakışmalar ve etrafında bir dediğini iki etmeyen kızlar… Şimdi utanarak hatırlasa da kendine ısmarlattığı tostların tadı hâlâ damağındaydı.
Memleketinden uzakta, küçük bir odayı paylaştığı dört arkadaşıyla köydeki evinde olduğundan daha huzurluydu. Babasına kalsa okuyacağına tarlada çalışmalıydı. Az dayak yememişti ondan üniversiteye gideceğim dediği için. Şehirde oturan amcası, “Bu çocuk okumalı. Kafası zehir gibi çalışıyor yazık günah. Sorumluluğunu ben alıyorum.” demiş ve abisinin itiraz etmesine fırsat vermemişti. Babası neden gitmesine izin vermişti hâlâ bilmiyordu. Belki de sofradan bir tabak daha eksilecek diye sevinmiştir. Amcası, o yaz gelmeseydi ne olurdu? Durumu düşünmek bile istemiyordu. Onun, şimdi buruş buruş olmuş yüzünü doyasıya öpüp koklamak isteğiyle doldu içi.
Köydeki yaşamını hüzünlenerek hatırlardı. Annesi, abisinden kalan eski pantolonları, gömlekleri yamalar üzerine oldurmaya çalışırdı. Kaç kere okula çıplak ayakla gitmek zorunda kalmıştı. Hiç unutmuyordu komşunun haylaz oğlunun yaptığı hainliği. Babasına günlerce dil dökerek pazardan aldırdığı spor ayakkabısını, güya şaka olsun diye alıp götürmüş geri de getirmemişti. O çocuğun yüzünden günlerce okula gidememişti. Üstelik kendisi giymeden o giymişti ayakkabısını. İlk bulduğu fırsatta, çocuğun diğer kümeslerden yumurta hırsızlığı yaptığını gammazlamış, onun dayak yemesini zevkle izledikten sonra da içi rahat evine dönmüştü. Ertesi gün ayakkabısına kavuşmuştu. Çocuğun yüzünde yaptığından dolayı en ufak bir pişmanlık ifadesi yoktu. Olsun, intikamını almıştı nasılsa.
Düşüncelerinin bu kısmına gelince duraksadı adam. Belki de köyde kalmam daha iyi olurdu diye istemsizce düşündü. İçindeki ağırlık onu dibe çekmeye çalışıyordu yine. Farkında olmadan ellerine birkaç damla gözyaşı düştü o sırada. Ablası…
O yıl liseden mezun olduğunda kendisinden beklendiği gibi köye dönmemişti. Çalışması, üniversite yılları için para biriktirmesi gerekiyordu. Annesi çok üzülse de oğlunun bu isteğine karşı çıkmadı. Babasından para istemediği sürece onun da itirazı olmazdı. Sadece kardeşlerini, evlenmek üzere olan ablasını çok özlüyordu.
Sonunda, azminin karşılığını almış ve ideali olan eğitim fakültesini, matematik öğretmenliğini kazanmıştı. Amcasına müjde vermek için sabırsızlanıyor, yanına gitmek istiyor ama bacaklarındaki tutukluk yüzünden ilerleyemiyordu sanki. Kendinden şüphelendi. Hayal mi görüyorum diye. İçine anlamsız yere dolan sıkıntı, gerçeği algılamasına engeldi. Ve bu duygudan kaçamıyordu.
Akşam eşyalarını almak için kaldığı eve dönemedi. Vakit denilen o aralık, sadece o gün için değil sonraki hayatı boyunca da bir daha hiç olmadı. Elinde, sevinci yarım kalan sınav belgesiyle şehirlerarası otobüs terminaline ne ara gelmişti. Hiç hatırlamadığı bir yolculuk ve nihayetinde köydeki evi. Kendini ablasının cansız bedenine sarılmış olarak bulması ise zamanı yitirdiği ânların başlangıcıydı.
Şimdi cam bir fanusun içindeydi sanki. Kendisine bir yabancıya bakar gibi baktığı, nasıl nefes aldığına şaşırdığı camın içinde. Dünya, güneşin etrafında dönmeyi bırakıp onun etrafında dönüyordu sanki. Bu da çok yakıcı oluyordu. Ölmeden cehenneme gitmiş gibi. Yetmezmiş gibi varlığına yabancılaşarak kendini dışarıdan seyretmek zorunda kalıyordu. Bu yaşına kadar ne yaşadıysa ne hissettiyse tarif edilemez bir gerçeklik kazanarak gözlerinin önüne seriliyordu o ânlarda. Hatalarını, yanlışlarını tüm çıplaklığıyla görse de hiçbir şeyin değişmeyeceğinin bilincindeydi. Sadece kendi hayatına uzaktan bakan bir yabancıydı.
Bahçedeydi. Ablasının bacaklarını, kana bulanmış eteğiyle örtmeye çalışan komşu kadınların arasında… Kulaklarında uğultuya dönüşen kelimelerden seçebildiği, onun, sürüklenerek getirildiği ve kapının önüne çöp gibi atıldığıydı. Gerdek gecesi, gelinin kendisine ait olmadığını anlayan damadın…
Sonrasını duymak istememişti. Ablasını tanıyordu. Gizli saklı köşelerde en çok da bahçelerindeki ceviz ağacının altında döktüğü gözyaşlarının sebebini biliyordu. Kaç kere demişti babasına evde silah saklama diye.
Zaman geçtikçe alışmış ya da yaşananları unutabilmiş değildi. Hatıralar silikleşse de hafızasının derinliklerinde bir yerlerdeydiler. Bir ses, hafif bir koku, eskilerden bir şarkı yeterliydi geçmişin sokaklarında kaybolmasına.
***
Evine döndüğünde ailesini, masanın etrafında toplanmış kendisini beklerken buldu. En sevdiği yemeklerin kokusu mutfaktan taşmış her yeri sarmıştı. Karısının göz nuru dökerek işlediği örtüye takıldı gözleri. Öyle her zaman kullanmazdı özel eşyalarını. Acaba bu gün önemli bir şey mi olmuştu? Tam oğluna soracaktı birden hatırladı. Gülümsedi. “Tam kırk beş yıl…”
Vakit gece yarısını çoktan geçmiş hepsinin üzerine uykunun tatlı uyuşukluğu çökmüştü. Çocukları mutlu bir akşam geçirmenin gönül huzuruyla evlerine dağıldılar. Torunlarının neşeli, kuş cıvıltısına benzeyen sesleri kulaklarındaydı hâlâ. Çok uzun zamandır hissetmediği kadar huzurluydu. Karısının ellerini tuttu, gözlerinden taşan sevgiyi diline döktü.
“Seni öyle bir sevgiyle seviyorum ki, içimde her türlü inişi çıkışı geçirerek değişmiş ve dönüşmüş bir sevme hâli bendeki. Seni hem bedenimdeki uzvum, hem de varlığımın diğer yanı gibi seviyorum. On defa dünyaya gelsem yine seninle evlenirim.”
Ardından karısının başını, son limana gelen bir yolcunun yorgunluğunu almak ister gibi göğsüne yasladı. Gecenin karanlığını da sabahın ferahlığını da ‘biz’ olarak yaşadık bunca yıl. Son nefesime kadar yanımda olman için benim duam.” “Peki ya sen benden razı mısın?”