
KIRK GÜNÜN SANCISI
Öykü: Gül TANRIVERDİ
Bakışlarını ayakucuna dikmiş dalgın dalgın bakıyordu. Taş atılmış da halka halka açılmış bir gölün dalgalanışını gördü, yeşil halının desenlerinde. Sanki güneş vuruyormuş gibi ışıldayan bu berrak suyun ahenkli hareleri ruhunu dinlendiriyordu.
Bulunduğu ortamdan kaçmak istercesine gördüğü bu hayale sığındı. Şimdi, yıllardır içinde biriktirdiği çakıl taşlarını atıyordu suya. Yalnızlığını, kederini, aile fertlerinden tek tek kopuşunu usulca bırakıyordu halkaların arasına.
Evin içi bayram yeri gibiydi. Babası her zaman olduğu gibi o değişmez kahverengi kadife koltukta oturuyordu. Oltu taşından yapılma tespihini okşarcasına çekiyordu. Ciddiyetiyle bilinen adam, aile bireylerinin etrafında olmasından hoşnuttu, fakat belli etmiyordu.
Altı kardeştiler ve hepsi babasının etrafında ya da yakınlarında bir yere oturmuşlardı. Bir tek Sinan onlara uzak, salondan her an çıkacakmış gibi kapı ağzında oturuyordu. Hepsinin yüz mimiklerine baktığında mutlu ve keyifli olduklarını görüyordu. Birbirlerine bağlılıkları, samimi ve içten şakalaşmaları sonrasında babalarıyla sohbet etmeleri Sinan’ı düşündürüyordu.
Neden kendisi bu kadar soğuk ve içine kapanıktı? Kardeşleriyle kopuşunu, babasıyla aralarında olan mesafenin bir duvara dönüşmesi kimin suçuydu?
Babasının yüzüne baktı. Çehresini inceledi. Tebessüm ederken bile ciddiyetini koruyan bu adam kardeşleriyle mesafeli değildi.
“Eğer çocukken yaşadıklarım olmasaydı ben de onlar gibi olabilirdim,” diye içinden geçirdi. “Daha sıcak, daha içten ve babamın dizinin dibinde oturan biri olabilirdim,” diye düşündü içlenerek. Yine halının desenleri arasında gördüğü gölün sakin sularına daldı gitti.
On iki yaşındaydı Sinan. Yaprakların sararıp solduğu bir sonbahar günüydü. Rüzgârın hafifçe yaladığı yüzü koşmaktan kızarmıştı. Kardeşleriyle okuldan çıkmış yarış yapmışlardı. Eve yaklaştıklarında akşam olmak üzereydi. Babalarına yakalanmadan içeri girmek için hızlandılar. Bahçe kapısına geldiklerinde bir inilti sesi duydular. Sinan hariç hiçbiri umursamadı bu sesi.
“Bir mırıltı sesi geliyor meşe ağacının arkasından ben bakıp geleyim,” dedi, kardeşine.
“Babam şimdi gelir seni görürse kızar,” dedi, kardeşi Hasan.
“Hemen gelirim,” diye cevap verdi Sinan. Koşarak ağacın yanına gitti. Tek ayağı kanlar içinde olan siyah bir köpek kıvrılmış yatıyordu. Acı çektiği belliydi. İçi burkulan çocuk cebinden çıkardığı mendille kanayan yeri silmeye başladı. Köpeğin bakışları solgun ve yaşlarla doluydu. Eliyle sırtını okşadı. “Geçti, iyi olacaksın,” dedi, şefkatle.
Öfkeli bir sesle irkildi çocuk. Ne olduğunu anlamadan ensesinde patlayan tokatla bir acı hissetti. Arkasını döndüğünde babasına yakalandığını anladı. Bir tokatta yüzünde patladı. Kızgın adam bağırdı:
“Sen nasıl bu köpeğe dokunursun. Ben size söylemedim mi köpeklere dokunmayacaksınız diye?”
Sinan, “Ama baba yaralıydı bacağı kanıyordu. Kanı sildim sadece,” diyebildi. Öfkeli baba kafasını iki yana sallayarak:
“Olmaz, hiçbir şekilde olmaz dokunamazsınız. Bizim mezhebimizin kurallarına göre bu böyle anladın mı?” diye bağırdı. Ensesinden tutarak eve doğru sürükledi çocuğu.
Eve girdiklerinde herkes şaşkın ve korkmuş gözlerle onlara bakıyorlardı. Adam karısına, “Çabuk banyoya sok şunu; soy geliyorum,” dedi. Odasına gidip üstünü değiştirdi. Banyoya geldiğinde ağlayan ve korkudan titreyen oğluna bakmadan suyu açtı. Isınan suyu başından aşağı dökmeye başladı.
“Şimdi abdest alacaksın. Ellerini yıkayarak başla. Suyu önce ağzına sonra burnuna çekeceksin. Üçer kere tamam mı?” diyerek tarif etti adam.
Neye uğradığını anlayamayan çocuk babasının söylediklerini yapmaya çalışıyordu. Şaşkınlık içindeydi. Babası, “Hadi şimdi burnuna çek suyu bir, iki, üç… İyice çeksene oğlum, burnunun direkleri sızlasın!” diye bağırdı.
Sırayla yaptırdığı işlemlerden sonra çocuğa havluyu verdi.
“Daha ergen olmadın ama gusül abdestini öğrenmiş oldun. Bu abdesti her gün alacaksın anladın mı? Köpeği tuttuğun için inanışımıza göre temizlenmen lazım. Tam kırk gün bunu yapacaksın kaytarmak yok,” dedi, sert bir ses tonuyla.
Banyodan çıkarken kardeşlerinin bakışlarıyla karşılaştı. Ona bir suçlu gibi bakıyorlardı. Sessizlik içinde odasına girip giyindi. Gözlerinden akan yaşları havluyla sildi. İçinde kopan fırtına bedenini titretti.
Babası daha önce bir köpeğe dokunulmaması gerektiğini söylemiş miydi? Hatırlayamadı. Cezasının ağır olduğu bir şeyi unutmazdı. Demek ki söylememişti. Nedenini öğrenmek istiyordu, fakat sorup öğrenmek için babasının ona olan öfkesinin dinmesini beklemesi gerekliydi.
Yemek saati geldiğinde annesi herkesi masaya çağırdı. Sinan odadan çıkıp masaya geldiğinde babasından gelen komut üzerine olduğu yerde donup kaldı. Yüzünde patlayan ses, sert bir tokat gibiydi.
“Kırk gün boyunca bizimle yemek yemeyeceksin, aynı masaya oturmayacaksın. Yemeğini mutfakta versin annen!” dedi, katı bir sesle.
“Ne yaptım ben? Sadece yaralı bir köpeğe yardım etmek istedim,” demek istedi, ama babasının sözünün üstüne söz söylenemezdi. Annesi, “Gel evladım mutfağa gidelim,” dedi, üzgün bir sesle. Ona bakan gözler eşliğinde annesinin peşinden gitti. Arkası dönük olmasına rağmen kardeşlerinin ona acıyarak baktığını hissetti. Yemek tabağına gözünü dikmiş bakıyordu. İştahı kaçmıştı. Gözlerine biriken yaşları kimse görmeden sildi. “Erkek adam ağlamaz!” diyen babasından bir azar daha yemek istemiyordu.
“Anne, ben çok mu günah işledim. Babam bana bu cezayı verdi?” diye sordu.
Kadın, elinde tuttuğu tencereyi tezgâha bıraktı. Derinden bir iç geçirdi. Öyle içten, öyle masum sormuştu ki yüreği sızladı. Üzgün gözlerle baktı çocuğuna. Bir şey söylemeliydi fakat yavrusuna bir yara da kendisi açmamalıydı. Yeterince mahcup olmuş, utanmıştı. Annesi olarak kanatlarını iyice kırmamalıydı.
Sakin bir sesle, “Baban, bizim uygulamamız gereken ibadet ve inançlarımız hakkında çok titiz biliyorsun. Köpeklere dokunmamanız konusunda sizleri karşısına alıp konuşmalıydı. Senin bir çocuk olduğunu unutup yetişkin olarak gördüğü için sert davrandı,” diye cevap verdi kadın. Sinan annesine, “Sorduğum soruya cevap vermedin anne. Ben çok mu günah işledim?” dedi.
“Bu bir günah değil, tedbirli bir davranış diyebiliriz. Köpek bize göre necistir, ona dokunmak yasaktır. Bunu küçük yaşta ve böyle bir olayla öğrendiğin için üzgünüm. Baban bunu sizlere daha iyi açıklayacaktır. Hadi artık yemeğini ye,” diyerek konuyu kapatmaya çalıştı kadın.
Bu soru kadını biraz korkutmuştu. Günah kavramını takıntı hâline getirip hayatını yaşanmaz hâle getirmesinden ya da inancından tamamen kopmasına neden olmasından endişe duymuştu.
Kırk gün uzun bir süreydi. Yatağına yattığında, her gece şakalaşarak uyuduğu kardeşleri, ağabeyi birden yabancılaşmış, suspus olmuşlardı. Onlara şöyle bir baktığında, hepsinin gözleri kapanmıştı. Oysa hemen uyumazlardı. Sanki konuşmamak için anlaşmışlar ona karşı oyun oynuyorlardı.
Okuldan eve, evden okula gidip gelen Sinan gitgide yalnızlaşmış içine kapanmıştı. Babası işten gelince ona gusül abdestini kendisi aldırıyordu.
Yemeğini ayrı yiyen çocuk aile tarafından dışlanmış, hor görülen biri gibi hissediyordu kendisini. Bir tek annesi vardı onu hakir görmeyen.
Gün geçtikçe ruhunun parçalandığını hissediyordu. Aralarında oluşan duvar kalınlaşıyor, ulaşılmaz bir hal alıyordu. Kısa ve soğuk konuşmalar, alaycı gülüşlerle yapılan şakalar canını sıkıyordu. Ağabeyi, “Hem günah işliyor, hem babam banyo yaptırıyor. Ooo, keyfe bakın,” deyip, kinayeli konuşmaları öfkelenmesine sebep oluyordu. Yine de büyüğü olduğu için ses çıkarmıyordu. Geçtikleri kurban bayramında kesecekleri keçinin yularını babası ağabeyine vermiş, hep beraber kesim yerine gidiyorlardı. Keçi, her inat edip durakladığında babası ağabeyine bir tokat atıyordu. Herkes alay etmiş ve gülmüştü. Yüzü kızarmış ağabeyinin nasıl utandığını hatırlıyordu. “Hz. İsmail gibi sabırlı ve teslimiyet içinde olacaksınız,” demişti babaları.
Şimdi onunla alay eden vurdumduymaz gibi davranan yine oydu. Evin büyük çocuğu olduğundan yaptığı davranışlar kardeşlerine örnek oluyor, Sinan’a tavır alıyorlardı.
Cebinden çıkardığı misketlere baktı. İçlerinden birini parmağıyla tutup ışığa doğru tuttu. Şeffaflığın içinde ışıldayıp oynaşan mavi renk sanki bir okyanusa benziyordu. Sonsuzluğa doğru yüzdüğünü hayal etti.
Misketlerin şıngırtısını duyan Kardeşi Hasan yanına gelip, “Oynayalım mı?” dedi. “Ben cezalıyım olmaz,” dedi Sinan. “Ne kadar uzun sürdü cezan, seninle oynamayı özledim. Hem misket oynamak niye yasak ki?” dedi kardeşi.
“Belki de değildir bilmiyorum. Babamla ağabeyim benimle konuştuğunu görmesin sana da kızarlar,” diye cevapladı çocuk.
Aslında söyledikleri bir bahaneydi. Dışlanmaktan ve bir vebalı gibi kendisinden uzak duranlardan iyice soğumuştu. Kırk gün sonra babası artık masaya oturabileceğini söylediğinde eski Sinan değildi. Gözlerinin ışığı sönmüş, güler yüzüne perde inmişti. Kırılmış, parçalanmış bir eşya bile sağlamlığını yitirmişken bir insan olarak ruhunu, benliğini nasıl toparlayacaktı. Diğer çocuklar kadar kaygısız ve içli olmamalıydı ama yapamıyordu. Olayları yaşına göre fazla irdeliyordu.
Omuzuna dokunan elle kendine geldi. Bir sorgulama içindeyken çocukluğuna gitmiş yaşadıkları bir bir gözünün önünden geçmişti adamın. Annesi şefkatle dokunmuştu her zaman yaptığı gibi. Yine tam zamanında gelmiş ve onu kurtarmıştı düşüncelerinden.
“Halıya bakmaktan yorulmadın mı? Biraz çabalasan, kurtulsan geçmişten belki bu soğukluk geçerdi,” dedi annesi, yumuşak ferahlık veren sesiyle.
“Çabalıyorum,” diye cevap verdi annesine.
Yemekte sorulanlara kısa cevap verdi. Annesinin hatırına gülümsedi. Babasına sağlığıyla ilgili birkaç soru sorup buzları eritmek için bir adım attı fakat gözlerine bir türlü bakamadı.
Akşam olmak üzereydi. Taze çiçek kokuları sokağı sarmıştı. Hafifçe esen rüzgâr yanağına dokunarak geçti.
Kırk günün kırk yıl gibi geçtiği çocukluğuna, evine, sokağına şöyle bir baktı. Balkondan el sallayan annesine karşılık verdi. Derin bir nefes alarak baharın kokusunu içine çekti. Evin hemen yanında bulunan, yıllara tanıklık etmiş meşe ağacı hâlâ aynı canlılıkla duruyordu. Gövdesini eliyle okşadı.
Bacaklarına dokunan bir şey hissetti. Arkasına dönüp baktığında kara gözlerinden yaşlar akan siyah bir köpekle karşılaştı. Bacağı yaralanmış kan akıyordu. Gözleri gözlerine kilitlenmiş acı çektiğini anlatmaya çalışan bakışları vardı. Başını bacaklarına dokundurdu. Olduğu yerden kıpırdayamayan Sinan’ın içinde fırtınalar koptu. Gözlerini kapatıp bekledi.
Sessiz sedasız bir bekleyişle, başını ayaklarının üstüne koyan köpeğe doğru eğildi. Gözlerindeki yaşları eliyle sildi.
Mahur Beste Dergisinin 7. Sayısından alınmıştır.