Fotoğraf çok yakında buraya eklenecek...

BİR HİKȂYECİ OLARAK MEHMET AKİF

Safahât-ı Hayattan
Mehmet Akif’in şairliği ile ilgili soğukkanlı, samimi bir değerlendirme pek yapılmamıştır. Akif’in hikâyeciliği üzerinde ise yeterince durulmamıştır. Bunun çeşitli sebepleri vardır. En önemlisi İstiklal Marşı’nın, Akif’in şairliğinin ve düşünce adamı kimliğinin önüne geçmesi; dolayısıyla yapılacak farklı bir değerlendirmeden sadece Akif’in değil İstiklal Marşının da etkilenebileceği (yersiz) kaygısıdır. Bu türden mülahazaların, Akif’le ilgili sanatsal değerlendirmelerin önünü tıkayan dar bir kalıp olması yanında bilimsel çalışmalara da bir katkısının olmayacağı açıktır. Bu kısa çalışmamız Akif’in hikâyeci tarafına eğilecek ve bu gövdeye yaslı olacaktır.

Yaşadığı dönemi  (II. Abdülhamit iktidarının son yılları, II. Meşrutiyet, Mütareke, Millî Mücadele ve Cumhuriyet’in ilk dönemleri) dikkate almadan Akif hakkında yapılacak değerlendirmeler sağlıklı olamaz. Unutmayalım Akif, sadece devleti değil coğrafyası da parçalanmakta olan, eldeki son toprakları da istilaya uğramış bir medeniyetin bakiyesidir. Üstelik yaşananlar gözleri önünce cereyan etmekteydi. Dönemin vatan topraklarından yükselen çığlıklar, gözyaşları, acılar bir düşünce adamı olarak elbette onu derinden sarsıyordu. Coşkulu ve duygusal olan kişisel mizacını da buna ekleyelim. Böyle bir şairde sanatsal kaygıların öne çıkması düşünülemezdi. Buna zamanı da yoktu.

Akif her şeyden önce bir fikir ve dava adamıdır, zamanına söyleyecekleri olan coşkulu bir mümindir. Akif, şiiri fikirlerini daha özgür ifade edebileceği bir zemin olarak görüyor; dolayısıyla metinlerine de böyle bakıyordu. Bu yüzden o, söyleyeceklerini kadim medeniyetin anlatma geleneğinin en güçlü nazım şekli olan mesnevi etkisiyle, beyitlerle; dolayısıyla manzum anlattı. Bütüncül olarak bakıldığında Safahat, bir şiir kitabı değildir. Akif’in kendi adlandırmasıyla “safahat-ı hayattan” yansıyanların kayda geçildiği manzum hikâyeler kitabıdır, mesnevidir. Bize göre Akif, mesnevi geleneğinin son temsilcisidir. Akif’in hikâyeci tarafını öne çıkarmak, onda bir şey eksiltmediği gibi sanatçı kimliğine ilave katkılarda bulunur. Esasen Safahat’ta şiir çok azdır. Mesela Çanakkale Şehitlerine’nin bir kısmı, Bülbül ve İstiklal marşı epik bir şiirdir. Şairin diğer çalışmalarında da yer yer lirik ögeler vardır. Akif’in manzum hikâyelerini şöylece belirleyebiliriz: Küfe, Mahalle Kahvesi, Koca Karı ile Hz. Ömer, Seyfi Baba, Said Paşa İmamı, Köse İmam, Hasta, Bayram, Selma; Leyla, Bebek yahut Hakk-ı Karar, Kosova, Azimden Sonra Tevekkül, Mezarlık, Kör Neyzen, Meyhane, Âmin Alayı; İstibdad, Hürriyet, Dirvas, Ahiret Yolu, Yeis Yok, Hâlâ mı Boğuşmak? Alınlar Terlemeli, Umar mıydın? Hasır vb.

Bir hatırlatma: Onun şair kimliği Cumhuriyet’ten önce zaten tescil edilmişti. Gölgeler’deki birkaç manzumenin dışındaki metinler 1911-1918 arasında yazılmıştır. İstiklal Marşı’nın da Cumhuriyet’ten önce yazıldığını hatırlayalım (1921). Akif, şiir poetikasında iki kavramı karşı karşıya getirir: “Samimiyet” ve “tasannu”. O, ilkinde karar kılacaktır. Mütevazı bir yaklaşımla “Ne tasannu (sanatlı söyleyiş) bilirim çünkü ne sanatkârım” dese de Akif, belirli bir sanat görüşüne sahiptir. Bir şiir poetikası kadar bir hikâye poetikasından da söz edebilir. Akif’in hikâye poetikası şiir anlayışı ile aynıdır. Servet-i Fünun dergisi için kendisiyle yapılan bir söyleşiye verdiği cevap yeterince açıklayıcıdır. “Nazımla, bugün yürümek istediğim gaye, rezail–i içtimaiyemizi (sosyal hayatımızdaki rezillikleri) ortaya koyup, halkı bunlardan nefret ettirmeye çalışmaktır.”

O ne gördüyse onları yazmıştır. Hikâyelerinde kurmaca unsurlar çok azdır. O kadarına da sadece maksadını ifade için başvurur. Aşağıdaki beyitler, Akif’in ne yazdığı kadar nasıl yazdığını, metinlerinin “gerçek” ile ilişkisini; dolayısıyla hikâye poetikası yanında bakış açısını belirlememize de önemli katkı sunuyor:

Hayır, hayal ile yoktur benim alış verişim.
İnan ki her ne demişsem, görüp de söylemişim.

Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!

O, söyleyeceklerini sanata feda etmeyi düşünmüyordu. Yakın dostlarından Ömer Ferit Kam’ın sanatkâr tarafı ile ilgili kendisine yaptığı tespit de Akif’in hikâye poetikasını özetleyici niteliktedir. “Çünkü sen de sanatta gaye aramıyorsun; lâkin gayede sanat arıyorsun.” Emin Hâki’nin Hakkın Sesleri’ni yorumlarken yaptığı edebiyat tarifi de bu çerçevededir. Hâki’ye göre edebiyat, “Bir milletin derece-i ilm ü irfan ve efkâr ve hissiyatının miyarı”dır. Bu duruş sanat için bir risk olarak görülebilir. Akif, samimi duruşuyla bu riski aşabilmiş ve sonuçta edebiyattaki mümtaz yerini almış ender sanatçılardan biridir.

Batı edebiyatında V. Hugo’nun ve Şark edebiyatında da Şeyh Şadi-i Şirazî’nin Akif’in üzerinde önemli etkileri olmuştur. Emile Zola, Victor Hugo, Alphonse Daudet, A. Dumas Fils gibi romantizmin izinde eser veren romancıları iyi takip etse de bize göre onu edebiyat akımları içinde bir yere yerleştirme çabası çok da isabetli değildir. Akif, dobra ve düz bir adamdı. Etkileşim içinde olduğu edebiyat duraklarına ilişkin mizacına uyan ne ise onu alması ve kendisini herhangi bir edebî hareketle kayıtlı hissetmemesi sanat görüşünün ortaya çıkışında, önemli bir belirleyicidir. Nitekim Milli Edebiyat topluluğunun içinde yer almasa da bu hareketin beğendiği taraflarına katılmıştır. (Halide Edip, Reşat Nuri ve Yakup Kadri’nin önlerde görüldüğü Milli Edebiyat hareketinin “daha sade bir dille, taklitten uzak, toplum için edebiyat” ilkeleri etrafında anlaşan edebî bir topluluk olduğunu hatırlatalım.)

Bir fikir adamı ve ahlakçı bir idealist olarak Akif’in içinde yaşadığı zamana iletmek istediği düşünceleri vardı. Fikirlerini yer yer (Namık Kemal gibi) haykırarak yüksek perdeden ifade etti. Bağırmazsa dönemin ateş hattında kalmış insanlarına söyleyeceklerini işittirememe kaygısı vardı sanki. Dahası, zaman gittikçe daralıyordu ve acelesi vardı. Bu yüzden manzum hikâyeleri de şiirleri gibi iletilerle çevrelenmiştir.

Akif’in hikâyelerinin konularını belirlemek için şairin manzum hikâyelerinin “Safahat-ı Hayattan” (hayatın safhalarından) ön takdimi ile yayımlanması yeterince açıklayıcıdır. Hikâyelerde en güçlü tema yoksulluktur. O kadar kuvvetle vurgular ki bunu, dindar kimliği öne çıkmasaydı onun sosyalist bir duruşa sahip olduğu bile düşünülebilirdi. Bu temayı, ölüm, aile;  İslam’ın hak ve adalet anlayışı, insanın varlığını bütünleyen vahdet yönü; istibdad, özgürlük, hamiyetperverlik, doğruluk, diğer sosyal meseleler (bozulan değer yargıları, cehaletle ve hurafelerle savaş,) huzur arayışı gibi temalar izler. İşlediği temalardan da anlaşılacağı gibi o hayatı ve içindekileri anlatır. Buradan yola çıkarak müellifin gözlemci-sosyal gerçekçi bir hatta durduğunu belirleyebiliriz.

Üslubuna gelince; Akif, V. Hugo’dan ve Sadi-i Şirazî’den önemli ölçüde etkilendi demiştik. Burada onun üslubunun da izleri vardır. Akif’in üslubunu; gözlemci-gerçekçi bir bakışla, tahkiyeli, tasvir edici bir üslupla hayata hikmet penceresi açmak şeklinde özetleyebiliriz. Hikâyeci Akif’in ahlakçı bakış açısının hâkim olduğu beyitlerde ise dil yer yer sadelikten uzaklaşır.

Akif’in hikâyelerinde kahramanlar; öğretmen, esnaf, meyhaneci, imam, işçi, gençler, çocuklar, ev kadınları vb. halktan insanlardır.  Manzum hikâyelerinde, diyaloglarda dil daha sadedir ve İstanbul Türkçesidir.

Hikâyelerindeki kahramanlar içinde üç küme önemli yer tutar: Çocuklar, aile ve kadın. Çocuklar yoksuldur, çıplaktır, perişandır. Aile geçim sıkıntısı ile savaşmaktadır. Kadınlar itilmiş, kakılmış, dövülmüştür. Buna misaller verelim:

Aile:“Evi sırtında, sokaklarda gezen aileler!”;

Çocuklar “Cılız bacaklarının dizden altı çırçıplak… Bir ince mintanın altında titriyor, donacak;

Kadınlar Çalışmadın, beni hep hunca yıl çalıştırdın” (…)“Kustuğun herzeyi yutsun diye, hey sersem adam / Dövüyorsun, boşuyorsun elin öksüz kızını”, Üç çocuk annesi emzikli kadın tek başına”

Bunca yoksulluk ve acılar yaşanırken varlık içinde olanlara öfkelidir anlatıcı:

“Paşam dedikleri ucube işte aynıyla! Belinde seyf-i sadakat, elinde bir kamçı”“Şu korkuluk gibi dimdik duran herif mi? Paşa”

Akif’in hikâyelerinde yer, genellikle iç mekândır. Çok az mahalle, meyhane, kahvehane gibi dış mekânlar da vardır. Hikâyelerinde Seyfi Baba’da olduğu gibi üstkurmacadan yararlanmış, Dirvas ve Koca Karı ile Hz Ömer gibi tarihi metinlerde ise metinlerarasılık ilişkileri de kurmuştur.

Görüleceği gibi Akif, dönemin ağır şartlarında siyasi meseleler kadar halkın yaşantısından manzum hikâyelerle canlı tablolar çizmiş, bize döneminin sosyal hayatını da yansıtmıştır. Akif’in hikâyeleri hikmete yaslı, düzeltici, bireysel, sosyal ve dini hayatımıza giren yanlışlıkların tashihi gibi önemli misyonları üstlenmiştir. Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde milli duygularda uyandırdığı kahramanlık, dayanışma ve birlik duygularını Akif de mesele edinmiş; bunun yanında düzeltici bir irfan ve dava adamı, dindar bir mümin olarak manzum hikâyelerinde dinî ve sosyal hayatımızı da diri tutmaya çalışmış, merhamet, adalet, doğruluk, iyilik gibi evrensel değerleri metinlerine özenle yedirmiştir.


Bu yazı İstanbul Akademi dergisinin Mayıs-Haziran2021 sayısında yayımlanmıştır.

Yazar: Recep Seyhan