Sahaf - Öteki Âlemlerin Efendileri

SELİM’İN KARANLIĞI

Kısa Hikâye: Yusuf Özşahiner

Selim, on dokuz yıldır mutsuz bir şekilde yaşadığı evin kapısından içeriye –yine girmişti. Mutsuzluk küfünün ciğerlerini delip geçen kokusuna artık katlanamıyordu. Derin karanlığın tam ortasındaki ruhu, kalbiyle uyumlu değildi artık. Aklı; yitik haykırışların pençesinden kurtulamıyordu. Umut denilen zalim, zaten onu hiç sevmemişti. Gök bile gürlerken ona kızıyordu. Yağmur yağarken, özellikle onu ıslatıyordu. Üstüne üstlük, rüzgâr bile onu hiç serinletmiyordu. Kollarını kaldırıp; hayatın boğazını sıkmak, onu yerlere çalmak istiyordu, ancak güçsüzdü.

Çünkü annesi onu aşağı yukarı üç yıl önce terk etmişti. Babası da bu yüzden dengesini kaybetmişti. Üzerine işinin ağır yükü de eklenince, zaten ince bir ipliğe bağlı olan aklını kaçırmıştı. Selim de, lüks evinde yardımcılarla baş başa kalmıştı. Onlar çok iyi insanlardı ama insanın ailesi başında olmayınca…

Her gün, bir önceki günle aynı geçiyordu. Kendini bağımlılığa vermişti ve hayatını heba ediyordu. Hem vermese ne olacaktı ki, umut onu sevecek miydi? Yoksa; ruhu, kalbinde mi atacaktı?

Bitmez –di… Ruhunun derin karanlıktaki kayboluşu asla tükenmezdi. İçindeki yaprakları, kurtlar kemirmeyi terk etmezlerdi. O evin kapısından içeriye girdiğindeki güzel kokular, burnundan içeriye yakıcı bir kimyasal gibi ilerlemezdi. Nefes borusundaki acıyı hissetmezdi.

Yalnızlığının; damarlarında dolaşan, kanı bile ağrıyordu…

Zengin olması, çalışanların sayısı, arkadaşları, akrabaları; yalnızlığını bir nebze bile gideremiyordu. Çünkü o ailesinden alamadığı sevgiyi bilmiyordu. O, kendiyle mücadele ederken, kimse dur demiyordu… Onun ruhu ve hissettikleri kimin umurundaydı ki? Bu hayatı yaşamak neden gerekliydi ki?

Kafasındaki bu sorular onun ciğerlerini deliyor, sinir sistemini çökertiyordu. Kendine mutsuz ettiği hayatına, anlamsızlık katmaya devam ediyordu.

Ta ki; kendi yaşındaki Ada ile tanışana kadar…

O, Ağa denilen aşağılık bir yaratığın elinde, tarihi belli olmayan bir zamandan beri dilendiriliyordu. Eğer o gün yeterince para toplayamazsa da, yolacak birini aramak zorundaydı. Yoksa alacağı cezalar, onu perişan edecekti… Ve Selim de zengin olduğu için umutsuzluğun kaderi, yollarını kesiştirmişti.

Ada; üzüntüyü veya mutluluğun ne olduğunu hiç hissetmiyordu bile. Üzüldüğü zaman, sevindiğini sanabiliyordu. Çünkü onun kendine ait bir hayatı hiç olmamıştı. Selim gibi elinde her şeyi varken mutsuz olmayı bile bilmiyordu. Onun gibi ruhunun derinliklerine haykıramıyordu. Çünkü ruhu bile olduğundan haberi yoktu. Haberi olmadığı bir şey için de, derin karanlıklarında kaybolamazdı.

Selim onu Ağa’dan satın aldıktan sonra hayatında ilk defa arabaya binmişti… Neden yaptığını bile bilmeden, açık camından başını dışarıya çıkartıp, saçlarının rüzgârda dalgalanışının hazzını ilk defa yaşıyordu. Acınası olduğunu bile bilmediği hayatından uzaklaşırken, burnundan içeriye dolan havayı solumak hoşuna gidiyordu. Onu lüks arabanın içerisinde görenler, arkasından “Şanslı kız!” diye yakınışlarından hiçbir şekilde haberi olmuyordu. Şansın, lüks bir arabaya binmekle olduğunu sanan cehaletin, kıskançlığını algılayamıyordu.

Evet, çok şanslı bir kızdı… Ancak Selim onu satın aldığı için değildi!

Varlığın içerisinde yokluğu hissetmeyi bilmediği içindi. Yakınmayı tanımadığı içindi. Aklı; yitik haykırışların pençesine düşmediği içindi. Umut denilen zalimin sevgisini bilmediği içindi. Gök gürültüsünün ona kızar gibi bağırışlarını anlayamadığı içindi. Yağmurların sadece onu ıslattığını fark etmediği içindi. Üstüne üstlük, rüzgârın bile onu hiç serinletmediğini anlamadığı içindi. Kollarını kaldırıp; hayatın boğazını sıkmak, onu yerlere çalmak istemediği içindi… Çünkü hiçbirini bilemediği içindi…

Selim ile birlikte, hayatında ilk defa alışveriş yapan Ada’nın keyfi inanılmazdı. Son derece eğlenceli bir alışverişten sonra, alınan eşyaları bagaja zor sığdırıp, havanın kararmasıyla eve doğru ilerlerlerken, Selim’in aklına Ada ile karşılaştığında, yol kenarındaki tanımadığı insanların yaptığı hoş türkü muhabbetleri gelmişti… Oysa Selim kısa bir süre öncesine kadar türkünün ne demek olduğunu bile hiç bilmiyordu. İnsanların türküyü sadece eğlenmek için söylediğini sanıyordu. Çünkü o muhabbet ortamındaki çıkarsızlığın ne demek olduğunu daha önce hiç yaşamamıştı. Bir de Ada, arabanın içinde ansızın o kadar güzel keyifle türkü söylemeye başlamıştı ki. Acaba karanlık derin hislerini mi okumuştu? Evin annesi gittiğinden beri karabasanların çöktüğü hayatında, ortam ışıl ışıl aydınlanıyordu sanki.

Eve vardıktan sonra Ada, evin içinde gezinirken, hayatında ilk defa insan muamelesi gördüğü için çok tarifsiz duygulara kapılmıştı. Yani hissettiği şeylerin ne olduğunu anlamasa da, çok mutluydu. Hoplaya zıplaya Selim’in evinde dolaşırken, gözlerindeki mutlu teşekkür ifadesi ile dönüp Selim’e bakmıştı… Ve işte o bakış, Selim’in ruhundaki karanlıkta minik bir aydınlık olmuştu. Kirlenmiş düşüncelerine sözlük olmuştu. Mutsuzluğunun içerisinden sıyrılırken, ona umut olmuştu.

Ertesi gün olduğunda; evin içinde keyifle şarkılar söyleyerek dolaşan Ada, herkesi uyandırmış ve zorla kahvaltı masasına toplamıştı. Masaya Selim de gelince tüm çalışanlar kalkıp oradan uzaklaşmak istemişlerdi. Ancak Ada hepsine engel olup, Selim’e doğru bakmıştı. Onun da, “Sorun değil” gibisinden hareketlerini görünce, herkes tekrar masaya oturtup keyifle muhabbetler etmeye başlamışlardı.

Dünyadaki en büyük mutsuzluğun sahibi Selim, Ada anılarını anlatırken kendi derinlerindeki yıkıntıların ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

Hani mutsuzluk sadece ona aitti? “Kimse beni anlamıyor!” lafının, patentini almıştı?

Selim, keyifle konuşan Ada’yı seyrederken, sanki bir anda her şey yavaş çekime alınmıştı. Etrafa neşe saçan Ada cıvıldarken, sonbahar olan eve ilkbahar gelmişti. Yerlere dökülen yapraklar, havaya doğru geriye yükselmeye başlamıştı. Dışarıda yağan yağmur durmaya başlamış, güneş açmış ve kuşların sesleri gelmeye başlamıştı -sanki. Gökyüzünün, insanlara kızar gibi Dünya’ya doğru bağırtıları kesilmiş, güneşin yüzünde gülücükler açılmıştı. İçerisi ne kadar aydınlık olmuştu. Selim, on dokuz yıl kadar yaşamıştı ama ilk defa hayatın var olduğunu anlamıştı. Daha, çok genç iken hayata küsmüş ve ondan nefret ediyordu. Eskiden bir insan, iğrenç hayatını ne kadar değiştirebileceğini hissedemiyordu bile.

Ama artık yanıldığını anlamıştı. Belki Ada gibi birkaç yüz kişi daha Dünya’da olsa ve içerilerindeki muhteşem enerjiyi verebilseler, hayat anlamlı olabilirdi. Belki yaşamak “Gerçek!” olurdu.

Hayatta acı çeken kimdi? Selim, sanki burnuna konan bir kelebekle irkilip kendine geldiğinde, derin karanlığın tam ortasında kalmıştı…


Yusuf Özşahiner’in, “Sahaf” isimli romanındaki “Selim’in Hikâyesi” adlı bölümden, eserin yazarı tarafından betimlenmiştir.