İSTİLA
Öykü: Recep Seyhan
Adam, sırt çantalı başka bir adama yaklaşıp aradığı bir adresi sormak istedi. Sırt çantalı adamın kulağında kulaklık vardı, adam duymadı. Adam onu bu hâlde bulunca diğerine yönelecek oldu; ama onun da kulağında kulaklık vardı. Daha öteki de böyleydi. Kulakları kapalıydı insanların ve onlara işittirmek neredeyse mümkün değildi. Bir an, sorusunu yöneltebileceği kimse bulamayışının aksayan yürüyüşü ile bir ilgisi olup olmayacağı geçti aklından.Sonra bu düşüncesinin yersiz olduğunu düşündü.
Çok geçmeden anladı ki insanların kulakları tıkalıydı ve işitmekten men edilmişlerdi sanki.
Dahası, kentte insanlar, birbirlerini görmedikleri ve işitmedikleri kulelerde oturuyorlardı.
Binitler kenti istila etmişti ve insanlar kendilerine yer bulamaz hâle gelmişlerdi.
Son damla bardağı taşırdı: Adam, o kenti terk etti, uzak kasabalardan birinin başındaki dağlara gitti.
Dağın yamacını yonttu, orada kendisine barınak ya da mağara evi yaptı.
Bir miktar koyun, eve bir köpek aldı. Koyunlara ağıl, köpeğine barınak yaptı.
Zamanla, dağın eteklerinde meyveleri güzel kokan bağlar kurdu.
Kasabada pazarın kurulu olduğu bazı günlerde, koyunlarından gerektiği kadarını götürüp satıyor, dönüşte de evine azık getiriyordu.
Adam, avlanmak amacıyla dağ içlerine açıldığı bir gün, dağda dolaşan bir tavşan gördü.
Tavşan bir bükün dibinde kabuğuna çekilmişti ve karnı sık aralıklarla inip kalkıyordu.
Tavşanın kendisine farklı bir yiyecek olabileceğini düşünerek sessizce yere yattı.
Kendini çalılıklar arasına gizledi, avını hedef aldı ve av tüfeğiyle bir el ateş etti.
Hayvan kaçtı ve gözden kayboldu. Adam, isabet ettiremediğini düşündü, hayıflandı.
Ertesi gün dağda dolaşırken tavşanı yuvasının önünde acı içinde kıvranır hâlde buldu.
Adamı görünce tavşanın yavruları inden içeri kaçıştılar.
Yaklaşmasına rağmen tavşan kaçmamıştı.
Usulca yaklaştı, onu eliyle bile yakalayabileceğini düşündü.
O sırada, hayvanın bir gözüne saçma isabet ettiğini ve görmediğini fark etti.
Bir kulağından da kan gelmişti.
Adam, derin bir pişmanlık duydu ve suçluluk duygusu içinde, ne yapacağını da bilemeden bir süre öyle bekledi.
Eve varınca o gece uyuyamadı, kör tavşan rüyalarına girdi.
Adam, sabah erkenden dağa gitti.
Yavrular inindeydiler fakat tavşan yoktu.
Anne tavşanın ölmüş olma ihtimali ile kahroldu.
Beklemeliydi.
Orada saatlerce gelmesini bekledi hayvanın.
Derken tavşan göründü. Sekerek inine girdi. Adam, yavaşça yaklaştı.
Tavşanı kucağına, yavruları da terkisine alıp evine götürdü. Onlara bağda mini bir ev yaptı. Yeni misafirleri, köpeği Alaş ile ve kör koyun Nazar’la, kuzularla tanıştırdı.
Yavrular önlerine koyduğu yiyeceklerden az çok yeseler de anne tavşan hiçbir şey yemiyordu.
Uzaktan gizlice izledi onları.
Sonra gördü ki kendisi yuva civarında iken hayvan hiçbir şey yemiyor; oradan uzaklaştığından emin olduğu bir zamanda önce siftinmeye başlıyor, sonra yemeğini yiyordu.
Anne tavşanın yemek yiyebileceği saatte bir daha orada olmamaya özen gösterdi.
Kör tavşana bir isim buldu: Çizgi. Artık hep Çizgi diye sesleniyordu ona.
Çok geçmeden Çizgi ile Nazar iyi bir arkadaş oldular.
Ertesi sabah kalktığında gökyüzü bulutlarla kaplıydı.
Bir süre sonra gök renkten renge girmiş, çok geçmeden de gün ortasında her yer kararmıştı.
Derken kurtlar uzaklarda ulumaya başladı.
Bir süre sonra kurtların ulumasına köpeği Alaş da katıldı.
Tecrübeleri ona zelzele olabileceğini söyledi.
Aklına bu ihtimal gelince mağara evinin kendisi için emniyetli olmayabileceğini düşündü. Yanına bir şeyler alıp geceyi az ötede, açık alanda, dağın yamacında geçirmek istedi.
Arazide yürürken toprakta bir tuhaflık hissetti; toprak kımıldıyordu sanki.
Topraktaki devinim gözle görülür bir hâl alınca olanları anlamaya çalıştı.
Kaygılandığı gibi bu bir deprem değildi ama toprakta da bir hareketlilik vardı.
Zemini eşelemeyi düşündüğü bir sırada topraktan larva ile kurtçuk arası iri, beyaz böcekler çıkmaya çalıştığını fark etti.
Gördüklerini toprağın ve içindekilerin uyandığına yorumladı.
Mevsim diriliş mevsimidir, mümkündür diye düşündü.
Olur ya diye kendisine teyit etti bu ilk aklına geleni.
Bu son cümleyi kendisi de işitti.
Kayalık bir alan seçmişti, geceyi orada geçirecekti.
Yürüdü.
Gece, gündüzü örterken Ay da dağın arkasından dev bir sini gibi yükseldi.
Kısa sürede ağaç diplerinde gölgeler oluştu.
Aya baktı.
Orada elinde baston olan bir adam gördü.
Ay’daki bu görüntü, yıllar önce geçirdiği bir kazada bir süre koltuk değneğine mahkûm olduğu günleri hatırlattı ona. O kaza, ona aksayan bir ayak bırakmıştı.
Sabah, kulağına ulaşan garip ve uzak seslerle uyandı.
Duyduğu sesler, yer yer uzak bir şamatayı; yer yer de muzaffer bir ordunun coşkulu marşlarla kışlasına dönüşünü; ya da uzun süredir yollarda olan bir kervanı vardığı menzilde karşılayanların hararetli kutlamalarını veya büyük bir kenti tarihin bir diliminde fetheden bir fatihin yüzyıllar sonra öte dünyadan şehre gelişinin coşkulu törenlerle karşılanmasını andırıyordu. Kalktı, dışarı çıktı.
İlk duyan bir insanın içini birdenbire ıssızlaştıran ve acıtan seslerdi bu sesler…
Kulağını yere yatırdı, kulak kabarttı tekrar:
Evet evet, işittiği sesler, muzaffer bir ordunun velveleli bir şenlik içinde kente dönüşünü andırıyordu daha çok.
Anlık bir esinti ile İsrafil’in sur borusu sanki bu sesler, diye düşündü.
Sonra, sanki İsrafil’in sur borusunu işitmişsin de, dedi içinden; bu karşı düşünceyle ilk düşüncesini tekzip etti.
İnsana ürküntü veren sesler, helezonik ses dalgaları hâlinde gittikçe büyüyüp yayılıyordu.
Gerçek şuydu:
Şimdiye kadar duymadığı tuhaf ve uzak bir ses korosu eve doğru hızla yaklaşıyordu…
Derken, gözün seçebildiği uzaklıkta, kımıldanan karaltılar gördü.
Uzaklara baktı, daha fazla dikkatle, iyice baktı…
Gözlerine inanamadı ilkin ama gördükleri dehşet vericiydi:
Akşam gördükleri larvalar böcek olarak arzın yüzeyine çıkmışlardı.
Milyarlarca böcek, şimdiye kadar duymadığı bir ses eşliğinde mağara evine doğru geliyordu.
Koşar adım yürüdü: Evine böceklerden önce ulaşmalıydı.
Bir an böceklerin içeri doluştuğunu düşündü: Her yer böcekti ve kendisine yer kalmamıştı. Dışarı çıkmak istese çıkılacak gibi değildi. İçeride kalsa, kendisine böceklerden oluşan bir mezar yapmış olacaktı.
O sırada böceklerin yüzüne gözüne tırmanışlarını tasavvur etti.
Gerçeğin tam da böyle olmadığına şükretti bir an ve bu tasavvurdan çabucak uzaklaştı sonra.
Hızla içeri girdi ve kendince önlemler alarak kapısını penceresini sıkıca kapadı.
Pencereden baktı:
Dağın yamaçları, kayalıklar, görüş alanına giren her yer milyarlarca böcekle doluydu.
Yeşillik namına önlerine ne çıkarsa yiyip bitiriyorlardı.
Ağaçlara tırmanıyorlar, ulaştıkları her ağacı kısa sürede çırçıplak bırakıyorlardı.
Bağında tomurcuğa duran üzümlerden eser kalmadığı gibi geride tek bir telek bırakmamışlardı.
Ulaştıkları yeşilliklerin yapraklarını birkaç dakikada yok ediyorlar; meyveleri oyuyorlar, dalların özsuyunu içiyorlardı.
O arada bir bölüğü hızla eve doğru geliyordu böceklerin.
Evden içeri giremeseler de kendisi için dışarı çıkabilecek bir durum da yoktu.
Koyunlar, ağılda, ayak diplerindeki karaltılardan ürkmüşler sağa sola kaçışıyorlardı.
Yavru tavşanlar, ağızlarını gevip duruyorlar, kendilerince tehlikeyi anlatmaya çalışıyorlardı.
Böcekleri ilk gördüğünde hayal ettiği görüntü -evin istilası dışında- aynıyla karşısındaydı.
Hesabında kasabaya inmek ve birkaç koyun satarak erzak almak vardı.
Bir anda her şey altüst olmuştu.
O şekilde, dışarı çıkamadan çaresizce olanları seyretti.
Geceyi bu şekilde kaygı içinde geçirdi.
Erzakı zaten azalmıştı, işgal uzun sürerse açlıkla karşı karşıya kalabilirdi.
Ertesi sabah kalktığında böceklerin gömlek değiştirdiklerini ve kanatlandıklarını gördü.
Kanadına kan pompalayan her böcek uçup gidiyordu.
Buna sevindi.
Derken, birkaç saat içinde hiçbir böcek kalmamıştı.
Böcekler çekildiğinde, ağaçlar çırçıplaktı; ormanın bir başından diğer ucu görülebiliyordu.
Vakit geçirmeden birkaç koyun alıp kasabanın yolunu tuttu.
O da ne?
Bu kez kasabayı işgal etmişlerdi. Her yer kanatlı böceklerle doluydu.
İnsanlar neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Neler yapılabileceğine dair kimsenin bir fikri yoktu.
Kimse kimden şikâyetçi olacağını bilmediği gibi nereye başvuracağını da bilmiyordu.
Üstelik muhtemel başvuru merkezleri de kanatlı böceklerle doluydu.
Kasabada, koyunlarla zor bir gün geçirdi; fakat insanların iletişim kanalları yine de açıktı.
İnsanlar, ertesi sabah kalktıklarında yaşadıkları yeri ölü böcekler kasabası olarak buldular.
Böceklerin bir gün süren eşleşme döneminin ardından dağdaki ağaçlara yumurtalarını bıraktıktan sonra kanatlanıp şehre indiklerini ve burada da ömürlerinin tükendiğini düşündü.
Şimdi yapması gereken işe bakmalıydı.
Koyunlarını satmıştı; fakat kör koyunu alan olmamış, hayvan elinde kalmıştı.
Kendi tarafında olanlar için, iki kör ile bir topala kaldı kalanlar, diye düşündü.
Adam bunları düşünürken o gece beklemediği bir şey oldu: Ağılı kurtlar bastı.
Sürü hâlinde geldikleri için evin tek köpeğinin yapabileceği bir şey kalmamıştı.
Kurtlar, koyunlarla yavru tavşanları telef etmişler, kör tavşan ile kör koyunu da sırtlayıp götürmüşlerdi.