TAKİP
Öykü: Sevda Deniz K.
Profesör İnci Hanım, yan gözle Derin’e baktı. Yanaklarının kızardığını, yüzünün gittikçe artan acının etkisiyle tuhaf bir hâl aldığını gördü. Kendisinin bilmediği ne gibi bir sorunu olabilirdi ki. Arkadaşının içini çeke çeke ağlamaya başlamasına, gizlediği bir şey olabileceğini düşünerek kırgınlıkla, “Böyle sebepsiz yere neden duygusallaştığını söyleyecek misin?” diye sordu. Fakat Derin cevap vermek yerine yüzünü yola çevirdi.
İstanbul dışına, İnci’nin ailesinin yazlığına gidiyorlardı. Hava çok güzeldi. Yollar açık ve birlikte yolculuk etmekten de memnundular. İnci, huzursuz uykusunu, gergin başlayan sabahını arkadaşına anlatarak rahatlamış, sohbete en son seyrettikleri film hakkında eleştiriler yaparak, birlikte yazacakları senaryodan söz ederek devam etmişlerdi. Sonra ne olmuştu da Derin böyle bir duygusal değişime uğramıştı. “Neyi kaçırdım acaba?” diye düşündü. İstanbul çıkışından beri bir fırsatını bulup da bir türlü sollayıp geçemediği, önünde ağır bir şekilde yol alan cenaze arabası mı sebep olmuştu arkadaşının moralinin bozulmasına. İnci ne zaman bir hamle yapsa ya karşıdan hızla gelen bir araba oluyor veya arkasından gelen aracın acelesi onu duraklatıyordu. Belki de geçen yıl kaybettiği annesinin özlemi yüzündendir diye ilk aklına ilk gelen düşünceyle, “Anneni mi hatırladın?” diye sordu. Fakat Derin, yine aynı şeyi yaparak cevap vermek yerine yüzünü yola çevirerek sessiz kaldı.
Derin’e bu şekilde ağlamasından ne kadar rahatsız olduğunu anlatmak isteyen bakışlarla birkaç saniye süreyle baktı. Sonra da hâlini anlatamayan bir insanın öfkesiyle bağırdı. “Yol boyunca böyle ağlayacak mısın?” Fakat arkadaşı, tahammül edemeyerek bağıran İnci’nin sorduklarına hiçbir şekilde cevap vermiyordu. Duymamış gibi yapıyor, gittikçe şiddetini artıran hıçkırıkları, hafta sonunu huzur dolu bir ortamda dinlenerek geçirmeyi planlayan İnci’yi gittikçe daha fazla bunaltıyordu. Üstelemesinin bir anlamı da kalmamıştı. Zaten çoktan pişman olmuştu yola çıktığına. Evine geri dönmeyi bile düşündü. Yanında niye ağladığını bir türlü anlayamadığı bir insan, tam önünde yol almakta olan bir cenaze arabası ve sürekli göz hizasında bir tabut…
İyice sıkılarak nefes alma ihtiyacıyla camı açtı. Neredeyse son ses çalan müziği kapattı. Arkadaşıyla konuşma çabasından da vazgeçti. Yol boyunca akıp giden ağaçlara bakmanın kendisine iyi gelebileceğini düşündü. Bahar gelmiş, ortalık yeşile boyanmış. Gökyüzü, mavinin en güzel tonunu cömertçe sergiliyordu. Birden, önündeki tabutta yatanı merak etti. Gözlerine dolan yeşili usulca tabutun örtüsüne bırakmak geldi içinden. Yeşil, sonsuzluğa yakışan tek renkmiş gibi geldi ona o ân. Ölüm; yaşamaya dair söylenen her kelimeyi birden bire itibarsızlaştırıyor ve gittikçe çoğaltarak anlamsız cümleler hâlinde Profesör İnci Hanım’ın üzerine dökülüyordu sanki.
İnci, dudaklarının ucuna yerleşen kaçak bir gülümseme ve belki de merhamet duygusunu ilk defa bu kadar içten hissederek arkadaşına baktı. “Aslında Derin’in hissettiklerini söylemesi veya anlatmasının bir önemi de kalmamış gibiydi.
Derin’in bu kadar hassas olduğunu bilmiyor oluşuna; kendisini duygusuz ve kör bularak öfkelendi. Bakışları tabutun üzerinde dolaştıktan sonra arkadaşının ellerine takılıp kaldı. Uzanıp tutmak istedi. Fakat bir anda o duyguya sanki boşluk içindeymiş ya da bir rüyada hissedilen o yaklaştıkça uzağa savruluyormuş hissine kapıldı. Nasıl tepki verir? Kızar mı? Belki de bu tarz hareketlerden hoşlanmıyordur düşüncesi de İnci’yi durdurdu.
“Ne biliyorum ki ben zaten.” diye mırıldandı. Bu güne kadar hayatlarında var olduğu insanları ne kadar aklına ve yüreğine aldığını düşündü. Hep çok işi vardı. Annesi ve babası dâhil kimseye ayıracak vakti yoktu. Bazen annesi dayanamaz, “Bu kız da sana çekti. Hırs bürümüş gözünü,” diye söylenmeye başlardı. İnci, babasının her zaman verdiği cevabı -annesinin ne demek istediğini babası da kendisi de çok iyi anlıyordu- garip bir hüzünle hatırladı. “Önce güçlü olmak için çalışmalı kızımız. Öyle insanlarla vakit kaybetmek gibi bir lüksü yok. Elbette zamanı gelince evlenir.” derdi belki bininci kez… Babasının yüzünde konuşurken bir taraftan, “Boş laflar bunlar!” demek isteyen yarı alaylı bir gülümseme, karısının sözlerine karşı da küçümseyerek geçiştirmek istediğini belli etmemeye çalışan bir hâl olurdu.
Profesör olduğunu ailesine söylediğinde babasının yüzündeki o gururu… zafer kazanmış kumandan edası taşıyan duruşunu… Sonra da karısına dönüp “İyi ki sana benzemedi kızımız.” demesini… İçinde sebebini tam anlayamadığı bir sıkıntı ve ağırlıkla hatırladı. Babası, cümlesinin devamını getirememişti o gün için. Çünkü karısının yüzünün solmaya başladığını görmüş, kızının gözlerinde ise annesine karşı olmaması gerektiğini düşündüğü merhametini okumuştu. O yüzden karısının canını acıtan sözlerini, İnci’nin sevincine gölge düşürmemek için söylememişti.
Annesinin dua ettiği, İnci’nin üstünde çok da düşünmediği yuva kurma zamanı ise kırk beş yaşına geldiği halde hâlâ gelmemişti. Ardı ardına elde ettiği başarılarına devamlı bir yenisini eklemek için kendi hayatına bile hoyratça davranmıştı. Yaşayabileceği güzelliklere hiç düşünmeden arkasını dönerken geçen yılların farkına varamamıştı. Şimdi Derin’in yanında varla yok arasında, yolda durmadan değişen bir halet-i ruhiye içinde ve kendini dışarıdan seyrediyor gibiydi.
İnci’nin ne zaman üzülse ya da gerginleşse seğirmeye başlayan sol gözü, yine devreye girmişti. Seğiren gözünü sertçe ovaladı. Dikkatini toplamaya çalıştı. Şimdi bu türlü hatırlayışlar için hiç uygun bir zaman değildi. Sıkıntılı bir yolculuk yapıyorlardı. O yüzden sakin olması ve kalbini daraltan düşünceleri zihninden uzaklaştırması gerektiğini biliyordu. Sadece düşünceleri değil, kafasının içinde uğultuya dönüşmeye başlayan sesleri de susturmalıydı. Elbette bu yolculuk bitecek ve evine varacaktı nasıl olsa.
Daha kafasındaki düşünceleri dağıtamadan içine düştüğü mahzun hâlden çıkamadan aniden o kızın gözlerini hatırladı. Bir gün önce son iş günü okuldan çıkarken -büyümüş göz bebekleri ve öfkeli bakışlarla kendisine bakan, sabah savunmasını aldıkları kızı- görmüştü. Bu doktora öğrencisinin kendisine öyle kızgın ve kırgın bir şekilde bakmasından tedirgin olmuş, hatta biraz da ürpermişti. Bu zamansız hatırlayış İnci’yi iyice rahatsız etti. Sol elini farkında olmayarak başının üstünde dolaşan bir arıyı kovar gibi düşüncelerini uzaklaştırma isteğiyle salladı. O ân ölüm, kızın gözlerindeki nefretle birleşmiş de karşısına çıkmış gibiydi. Şimdi niye böyle birden aklına gelmişti ki? Belki de asla doğru bulmadığı, içine sindiremediği bir haksızlığı istemeden de olsa –ama yapmıştı ve beyninin kıvrımlarında dolaşan onu suçlayan cılız ses ise susmuyordu- yapmış olmanın huzursuzluğu ona böyle düşündürtmüştü. Her zaman ki gibi bu olayı da içinde bir yerlere itelediği, sonra da unuttuğu duygularının yanına göndermişti. İnci, vicdanını susturmasını gayet iyi bilenlerdendi. Her meseleyi canının istediği açıdan görebilir ve doğruyu kendi çıkarı için çok rahat eğip büker, çevirebilirdi. Dün sabah ona, sözlü mülakatta belirlenmiş isimlerin dışındakilere, “Yüksek puan vermeyin lütfen!” diye rica edildiğinde önce itiraz edecek gibi olmuş, sonrasında üstünde çok fazla düşünmeyi gereksiz bularak beklenildiği gibi davranmıştı. Düşük not verdiği öğrenciyi de tekrar görene kadar unutmuştu.
Şimdi sıcak ve güzel bir günün tam ortasında; kafasında birbirinden farklı düşüncelerle, her biri bir diğerini tetikleyen duygularıyla ve bir türlü sesini duyuramadığı Derin ile yoldaydı. Yüzünü güneşe çevirdi. Onun parlak ışıklarının çeşitli ışık oyunlarıyla yeryüzüne dağılmasını birkaç saniyede yakalamaya çalıştı.
İnci, bedenine sığamıyor gibiydi. Kayıp giden bir şeyler vardı ve kendini boşlukta sürükleniyor gibi hissediyordu. Durmadan değişen mekânlar içinde yaşadığı günü ve zaman kavramını yitirmişti. Bir korku filmindeki oyunculardan biriymiş gibi görmeye başladığı kendisini kendine yabancılaşmış olarak seyretmeye başlamıştı. Ne zaman otoyoldan ayrılmıştı? Ne zaman İstanbul’un seçkin ailelerine komşu olduğu bu sokağa gelmişti? Gösterişli apartmanların pencere ve balkonlarından sarkan pek azını tanıdığı bu insanların gözlerinde gördüğü o meraklı bakışlar kim ve ne içindi? Her dakika yeni bir soruya cevap araması mı gerekecekti böyle? Şimdi evinin önünde toplanan kalabalığın nedenini anlamaya mı çalışmalıydı? Yorulmuştu… İnci artık bir şey düşünmeden kendi içine dalıp gitti. Bu sefer de yine zamansız bir duyguyla, -sadece çalışmaktan ibaret olan gençliğini yitirmekte olduğu gerçeğiyle- yüzleşerek sarsıldı. Kendini kendi hayatından çalan bir hırsız gibi hissetmek şu ân için doğru bir vakit değildi. Bu sefer kaçacak bir yer de bulamıyordu içinde. Tadını çıkaramadığı güneşli havaların özlemi sardı içini. Derin bir nefes aldı. Fakat boğazından başlayarak tüm vücuduna yayılan acı, nefes almasına engel oldu. Seslenmek istedi ama sesini duyuramadı.
Derin, şimdi yol boyu takip ettiği o yeşil örtülü tabutun başındaydı. Annesi de arkadaşının kolunda ayakta zorlukla duruyordu. Ne oluyordu böyle ve her şey iyice anlamsızlaşıyordu.
Babasını gördü. Gözlerinde kara gözlüklerle sakin bir şekilde dimdik duruyor. Gelen herkesle başını hafifçe sağa eğerek hüzünlü bir yüz ifadesiyle tokalaşıyordu.
Evinin, bahçeden sokağa açılan oymalı demir kapısının önünde -henüz kredi borcunu bitiremediği lüks daire- okuldan öğretim üyesi arkadaşları -yıllar içinde edindiği ama hep bir mesafeyi koruduğu, hayatlarına hiç dâhil olmadığı- da buradaydılar. İnci, onların büyük gözlüklerinin ardına sakladıkları yüzlerinde nasıl bir ifade taşıdıklarını, zorunlu oldukları, “Başınız sağ olsun.” gibi ezberlenmiş cümleleri fazla içselleştirmeden söyleyip gitmek isteklerini ve bunun için sabırsızlandıklarını tahmin edebiliyordu. Onların gözlerindeki kayıtsızlığı da en başta kendisinden biliyordu. Tepeden tırnağa giydikleri siyah kıyafetler yeterliydi saygılarını göstermek ve geride kalanların acılarını paylaştıklarını belirtmek için. Cami bahçesinden çıkar çıkmaz ölenin ve ölümün hızlıca nasıl unutulduğunu çok iyi bilenlerdendi Profesör İnci Hanım. Hiç vakti olmamıştı ki durup ‘ince şeyler’ düşünmeye. Babasının otoriter ve emredici tavırları altında geçen hayatı boyunca başta annesinin öğütlerine, sonrasında içinde yeşermek isteyen iyi-kötü bütün duygularına arkasını dönmüştü. Görmezden gelerek yaşamak daha kolay gelmişti. Her başarısının ardından yaşadığı gurura, adından övgüyle söz edilmesine, zafer sarhoşluğuna o kadar alışmıştı ki bu onun içinde başka hiçbir şeye yer bırakmıyordu. Ötelediği benliğiyle yüzleşmek ya da yaşama bir anlam yüklemek için ne hevesi ve ne de zamanı vardı. Başarmak hırsı, varoluşunun tek amacı gibiydi.
Bisikletli iki genç, siyah kıyafetlerinin kasvetini üzerlerinde taşıyan bu kalabalığın içinden umarsızca geçip gitti. Yaşama sevinçlerini bir bahar esintisi gibi arkalarında bırakırken İnci’nin kalbinde de ince bir sızı bırakarak geçtiler. Tabutun üzerindeki serçelerin o her an uçup gidecekmiş hissi veren ürkek adımlarla oynaşmalarını seyretti. Gördüğü her şeye ve herkese başka bir hayatın parçasıymışçasına –nasıl olduğunu anlayamadan- bakıyordu. Tam o ânda garip bir hiçlik duygusu varlığını kuşattı. Tıpkı o tabutun içinde yatan kişiye olduğunu tahmin ettiği gibi. Son nefesini verirken ruhu özgürleşmiş olmalıydı. Dokunduğu ve ona ait olan ne varsa yokluğuyla birlikte değersizleşmiştir şimdi. Geriye ne kalır ki?
Birbirinden farklı ama aslında garip şekilde de birbiriyle uyumlu öyle çok ses vardı ki İnci’nin etrafında. Rüzgârla sallanan yaprakların çıkardığı hışırtı… Birbirlerine üzüntülerini iletirken içlerini çeken arkadaşlarının kırık sesleri… Hatta annesinin kırılan kalbinin sesini bile duydu. O sırada tabutun üzerine konan serçeler havalandı. İnci’nin de varlığı kuşların ardında bıraktıkları boşlukta asılı kaldı sanki. Sonra yavaşça yeşilin her tonuyla birlikte tüm renkler, hayata ait tüm sesler silinmeye başladı. Fakat bütün o seslerin içinde her şeyi örtüp sarıp sarmalıyormuş hissini veren çok daha güçlü ve gür bir seda kaldı. Beyaz sakallı bir hocanın, insanın içine işleyen içli ve duru bir sesle okuduğu dua…
Hoca, toplanan kalabalığa dönerek üç defa, “Hakkınızı helal ediyor musunuz?” diye sordu. Toplulukta huzursuz bir kıpırdanış ve dalgalanma oldu. Ağlamaklı ama yüksek sesle “Helal olsun.” diye cevap verdiler.
***
İnci’nin beni aramasını beklemeden evden çıktım. Sokakta kimseler yoktu. Sabahın erken saatinde yapacağım kısa yürüyüş, uyandığımda içime çöken sıkıntıyı alırdı belki. Güne sabah ezanını dinleyerek ve pencerelerden içeriye dolan bahar havasını içime çekerek başlamıştım. Hafif bir baş dönmesi ve ayağa kalkınca sendelemem dışında kendimi iyi hissediyordum aslında. Kahvaltıdan önce aldığım duş, geceden üzerimde kalan ağırlığı da attı. Film seyrederken uyuyup kalmış olmalıydım. Gördüğüm karmakarışık rüyaları da net olarak hatırlamıyordum.
Yürüyüşüm kısa sürmüştü. Yanına gitmeden önce İnci’yi bir müddet uzaktan seyrettim. Arabasının yanında dalgın duruyordu. Anahtarla kapıyı açmak yerine öylece dikildiğine göre ne yapacaktım ben diye düşünüyor olmalıydı. Her zamanki gibi çok güzel görünüyordu. Fakat hareketlerinde tutukluk hissettim. Ağır çekim bir filmin oyuncusu gibiydi. Ne düşünüyordu acaba? Kapının önündeki incir ağacına yaslanıp sigaramı yaktım.
İnci, apartman görevlisinin, “Abla günaydın. Hayırdır yolculuk mu var?” diye sormasıyla toparlandı. “Ben de seni arayacaktım. Bir iki gün evde olmayacağım. Çiçeklerimi sulamayı unutma.” dedikten sonra her zaman yaptığı gibi Mustafa efendiye, onun lisede okuyan kızına verilmek üzere yüklü bir bahşiş verdi. Ardından bilgisayarını ve birkaç dosyayı arabanın arka koltuğuna bıraktı. Sonra beni aradı ama yakınında olduğum hâlde beni fark etmedi. Evden çıktığını, on dakikaya yanımda olacağını, tuhaf hissettiği bir sabaha uyandığını buluştuğumuzda anlatacağını söyledi. Telefonumu kapatmadan İnci’nin dalgınlığıyla biraz eğlenmek isteyerek yanına gittim. Beni karşısında görmek onu çok şaşırtmıştı. Küçük bir çocuğun gözlerinde olabilecek bir hayretle ve o kadar masum bakıyordu ki, onu kızdırmaktan vazgeçtim. Burnunun ucuna her zaman yaptığım gibi hafif bir fiske vurdum. “Niye bu kadar şaşırdın ki? Ne bu dalgınlık?” diye sordum. “Yola çıkalım da konuşuruz.” diyerek arabasına binerken bana da acele etmemi istediğini gösteren bir el işareti yaptı.
Yola çıktığımızdan beri sessiz olan İnci’ye, “Konuşmaya başlar mısın lütfen. Neyin var merak ediyorum.” dedim sabırsızlanarak. İnci, “İyiydim aslında. ”diyerek anlatmaya başladı. Uyandığında anlayamadığı bir huzursuzluk hissettiğini ve garip bir şekilde hiçlik duygusuna kapıldığını anlattı. Duruşu, bakışı hissettiklerinin onu sarstığını anlamam için yeterliydi. Sözünü kesmeden dinlemeye devam ettim. İnci, o hiçlik duygusunu anlamaya çalıştığını söyledi. Niye kendini öyle bomboş hissediyordu ki? Sanki hiç yoktu ve hiç var olmamıştı şimdiye kadar. Yaşamı, kazandıkları aslında varlığı neden birdenbire değersizleşmişti. O duygunun içini doldurmak için kelimeler aradığını ama bildiği hiçbir sözcükle onu tanımlayamadığını anlattı.
Konuştukça rahatlamıştı. Havanın iyice ısınmasından, yol kenarındaki ağaçların güzelliğinden konuşmaya başladık sonra. Yola çıktığımızdan beri ettiğimiz sohbet İnci’ye de bana da çok iyi gelmişti. Hep öyle olurdu zaten. Benim sakin, telaşsız ve iyimser hâlimin kısa zamanda kendisini de etki altına aldığını, niye üzüldüğünü, neyin telaşına düştüğünü benim yanında unuttuğunu söylerdi. Laf arasında, arabanın arka koltuğundaki dosyaları sordum. Aklının bir taraftan da davet edildiği üniversitede bir hafta sonra yapacağı konuşmada olduğunu aslında çok iyi biliyordum. “Çok iyi hazırlandım ama eksik bıraktığım bir şey var mı endişesi içimi yiyor.” dedi. Yanılmamıştım. Bana göz kırptı. Gülüşünde, “Ne yapayım kendime engel olamıyorum.” demek isteyen bir ifadesi vardı. Önümüzdeki hafta sonu annesini ve babasını ziyaret etmeyi düşündüğünü söyledi. Tabi fırsat bulursam diye de bir soru işareti bıraktı kısıtlı zamanına.
Kırmızı ışık yandı ve İnci durdu. Aynı anda yan yoldan üzerimize hızla gelen tırı fark ettim. Birkaç saniye içinde emniyet kemerimi nasıl açmış kendimi arabadan dışarı atmayı nasıl başarmıştım hatırlamıyorum. Sanki ikimizin içinde bulunduğumuz zaman parçalanmış da benim için yavaşlarken onun için durmuştu. İnci’ye, “Arabadan çıkmalısın!” diye avaz avaz bağırdım ama beni duymuyordu. Hiçbir şeyin farkında olmayarak arkasında aralıksız korna çalan sürücüye, “Ne var bu kadar acele edecek?” diye söyleniyordu.