Fotoğraf çok yakında buraya eklenecek...

GÜVERCİN YÜREKLİM

Öykü: Sevda Deniz K.

Odamızdan balkona gidiş yirmi yedi adım…

Dün gece bizi nöroloji servisinde penceresi bile olmayan –mahkûmlar içinmiş oda- iki yataklı bu odaya getiren hemşire gittikten beş dakika sonra koridorun sonundaki balkona çıkmış kızımla birbirimize tek kelime edemeden yarım saat oturmuştuk.

Odada, sol tarafı felçli bir teyze ve en az onun kadar yaşlı görünen kadını, kişisel bakımlarını rahat yapabilsinler diye yalnız bırakarak çıkmıştık. Aslında biraz da iki kadının da biz odaya girer girmez soran gözlerle bize bakmalarına verecek bir cevabımız olmadığındandı bu acele çıkışımız. Başımıza ne geldiğini biz bilmiyorduk ki başkalarına anlatabilelim. Balkonda gizli saklı sigara içen hasta yakınları cesaret edip bir şey soramamışlardı fakat oturdukları yerde huzursuz kıpırdanışları, başlarını bizim olduğumuz tarafa çevirip durmaları, hikâyemizi nasıl merak ettiklerini kızımla bana anlatmak için yeterliydi.

Konuşmak istemiyordum. Hiçbirinin hastane geçmişini duymak istemiyordum. Bana anlatacak çok acılar biriktirdiklerini; köşede ayakta duran delikanlının öne doğru eğilmiş omuzlarında görebiliyor, az ötesindeki kır saçlı adamın da görmeden bakan gözlerinden okuyabiliyordum. Kendi acım içime sığmazken başka acılara yer açamazdım. Bencillik yapmaya en çok da bu gece hakkım vardı. Kızımın korku dolu gözlerini bana dikerek hiç ayırmadan bakmasından da kaçmak istiyordum. “Odaya dönelim,” dedim. “Belki biraz uyuyabilirsin.”

Odaya dönerken istemsizce adımlarımı saymaya başladım. Bir, iki, üç, dört… Yirmi yedi. Niye saydığımı bilmiyordum. Bir şarkı dönüp duruyordu kafamın içinde takılmış plak misali. -Kalbimi koydum ellerine, ağlatma incitme…- Boğazıma takılan hıçkırığımı yutkundum. Kendime, “Başlarım şimdi duygusallığıma,” diye de öfkeyle söylendim. Odada, sormak ve sormamak arasında kalmış bakışlarla bize bakan iki kadına, “Merhaba, geçmiş olsun.” derken yüzlerine bakmadım ki bir şey sormaya fırsat bulamasınlar.

Kızımı biraz teskin ettikten -birçok şeyler söylemek isteyen bakışlarıyla ve sözsüz isyanıyla baş edemiyordum. Üzüntüden boğulacak gibiydim- ve onu dinlenmesi için ikna ettikten sonra yatağında yalnız bırakarak çıktım. Gayri ihtiyari yine adımlarımı sayarak yürürken on sekizinci adımda, omzumda ürkek bir dokunuşu, sıcak bir elin varlığını hissederek döndüm. Penceresiz odamızı paylaştığımız kadın, “Yavrum,” dedi merhamet dolu bir sesle, “Kızın, sen çıkar çıkmaz ağlamaya başladı. Dönsen iyi olur.”

Nasıl kendimi bu kadar bıraktığımı o an anlayamasam da sığınma isteğiyle bir anda, hiç tanımadığım kadına sarıldım. O belki acıdığından belki şefkatinden sakin bir edayla yüzümdeki yaşları sildi.

Kendime gelmeliydim. Ne yapıyordum niye kaçıyordum kızımdan? Neredeyse koşarak odaya döndüm. Kızım ağladığını göstermek istemediğinden sırtını odadakilere, yüzünü duvara dönmüştü. Yatağa, ona bir şey söylemeden oturdum. Başını her gece yaptığım gibi kucağıma alırken yüzüne baktım bembeyazdı. “Lütfen anne yarın çıkar beni buradan.” derken gözlerinde yalvarır gibi bir ifadeyle bana bakıyordu. Gün içinde onlarca kere söylediğim cümleleri sabırla tekrarladım. “Doktor sadece birkaç gün dedi ya yavrum. Yapılacak testler için hastanede olmamız daha iyiymiş.”

Bana inanmadığını gösteren bir hareketle yüzünü buruşturarak başını çevirdi. Biraz zorlayarak ona sarıldım. Kızımın benim yapmamdan en çok hoşlandığı şeyi yaparak -saçlarını okşamak- uyuyana kadar bekledim. Biraz daha ağladıktan sonra nihayet uyumuştu. Uyanır korkusuyla yerimden kımıldamadan saatlerce oturdum. Huzursuz bir uykuda olduğunu arada bir içini çekmesinden ve bedenindeki hafif seğirmelerden anlıyordum. Çok hassas bir yavrum vardı. Kırılgan ve naifti, güvercin yüreklimdi.

Kızım on yedi yaşındaydı…

Kapı kapalıydı. Penceresi dahi olmayan odada neredeyse nefes alamaz hâle gelmiştim. Üstüne boğazımdan başlayarak mideme doğru inen bir ağrı başlamıştı. Elime iğne batması gibi başlayan sızı gittikçe şiddetlenerek keskin bir acıya dönüşerek bütün vücuduma yerleşiyordu. Alnımda biriken terleri silmek için çantama uzanmaya çalışırken yatak komşumuz olan kadın, -o sırada hafifçe sağa çevirdiği hastasının sırtına merhem sürüyordu. Uzun zamandır burada olduklarını düşününce iyice ağırlaşan sıkıntım nefesimi tıkar gibi olmuştu- çantasından çıkardığı kâğıt mendili verirken de beni soru sorarak huzursuz etmek istemediğini anlatmak ister gibi bir hareketle, elini omzuma koymuştu. Ardından, “Sende biraz uyusan iyi olur kızım,” dedi ve gürültü çıkarmamaya özen göstererek sandalyesini yatağın ayakucuna çekerek oturdu. Gözlerini kapatmıştı ama onunda benim gibi uyumadığını, yeni başlayacak günü atlatabilmek için geceyi düşüncelerinin üzerine örtüğünü biliyordum.

Birkaç ay önce otuz yedi yaşıma, üniversite giriş sınavının yapıldığı gece girmiştim.

Sabah, doktorlar vizite için geldiklerinde bizi dışarı çıkardılar. Hastanenin oldukça büyük çam ağaçlarıyla dolu güzel yeşil bir bahçesi vardı. Diğer refakatçilerden mümkün olduğu kadar uzak bir yeri gözüme kestirip yere, toprağın üzerine oturdum. Az ötemden saklandığı taşın arkasından çıkıp yanımdan geçen bir kaplumbağayı seyrederken dalmışım. Daha önce kızımın tahlillerini yapan ve illa hastaneye yatmamız gerektiğini söyleyen nöroloji uzmanı Kemal beyin yanıma oturduğunu ise sigarasının dumanı başımın üzerinden bulut misali geçince fark ettim. “Üzülme bu kadar,” diye söze başladı. Başımı doktorun olduğu tarafa çeviremiyordum. Göz göze gelmekten, bana söyleyeceklerinden endişeleniyordum. Yüzünü göremiyordum ama ileri geri hareket ettirdiği kollarından ve ellerinin hareketinden hararetle bir şeyler anlattığını anlayabiliyordum. Yalnız sözcükler başka bir dilde söyleniyormuş gibiydi. Dinler gibi yapıyordum. Diğer hasta yakınlarının sorgulayıcı bakışları da dikkatimi dağıtıyordu.

Kemal beye bakmaya cesaret ettiğimde, yüzünde korktuğum gibi doktorların, o en kötü durumu olağan bir şeymiş gibi normal bir ifadeyle anlatan kontrollü ifadesi yoktu. Hatta doktorun yüzündeki tebessüme, kendinden emin ifadesine bakacak olursam çok güzel ve umut verici sözler söylüyor olmalıydı. Sözlerini, “Benim görüşüm bu yönde ve başka tahlile, hastalık aramaya gerek yok. -MS, Nöropati, B 12 eksikliği ve adını telaffuz edemediğim kızımın üç parmağında his kaybına sebep olabilecek hastalıkların listesi uzundu.- Vitamin eksikliğinin buna neden olduğuna neredeyse eminim.” diyerek sözlerini tamamladı.

Sevinmem gerekiyordu. Ama ben hiçbir şey hissetmiyordum. Kafamın içinde kızımın yaşı, benim yaşım, odadan balkona giden koridordaki adımlarımın sayısı dönüp duruyordu. Yedi rakamını anlamsız bir şekilde iç sesim olarak duymaya devam ediyordum. Kemal bey, “Eğer imza verirseniz bugün hastaneden çıkabilirsiniz. Zaten zor bir sınavdan geçti çocuğunuz. Üstüne birde buralarda hırpalamayalım. B 12 eksikliği de çok ağır sonuçlar doğurur ve kızınızda sınırın çok altında.” dedi. Benimle beraber nöroloji servisine geldi ve kızımı da alarak diğer doktor arkadaşlarının odasına yöneldi. Bana da, “Merak etmeyin kızınızın üstünde daha fazla test yapmalarına izin vermeyeceğim. Tabi bana güvenirseniz.” Kızıma baktım. Tutunmaya çalıştığı umudun benim titizliğim yüzünden heba olmasına dayanamayacak gibiydi ama karşı çıkamadığı için de küskün gözlerle bana bakıyordu. Sesimi çıkaramadım. Gittiler.

Arkalarından bir müddet baktım. Yanlarına gitmek istiyordum ama gidemezdim. Kemal bey servise girmeden önce benden söz almıştı. Kızımın benim etkim altında kalmasını istemiyordu. Çünkü ben yanlarındayken kızım garip bir şekilde sadece gözlerimin içine bakıyor ve hiç konuşmuyordu.

Bütün bu olanları düşünerek balkona yöneldim. Balkonda tekerlekli sandalyeye oturttuğu hastasıyla oda komşum ve orta yaşlı bastonlu bir adamla genç bir kız vardı. Hepsi çok yorgun görünüyorlardı. Balkonun köşesindeki eski tabureye onlara sırtımı dönerek oturdum.

Dakikalar geçtikçe zihnimin yavaş bir şekilde buzları çözülen herhangi bir şey gibi açılmaya başladığını ve düşünmemeye çalıştığım kötü olasılıkların hepsinin birden beynime girdiğini hissedebiliyordum. Bunlar kramp gibi bir sancıyla önce mideme, oradan da bütün vücuduma yayılarak dayanılmaz bir acıya dönüşmeye başlamıştı. Karnımdan, sırtımdan ta tırnak ucumdan, nefesimi kesen bir güçle yükselen acıdan kaçacak takatimde kalmamıştı. Bütün bunlara sınav hırsına kapılan ben mi sebep olmuştum yoksa. Yüksek puan alması için o kadar uğraşacağıma sağlığıyla ilgilenmeliydim.

İçimdeki; hayata her yönden yenilmiş, kurban rolünde kalmış olduğum duygusundan nefret ediyordum. Dua etmek istedim. Ama dudaklarım kımıldamadı.

O sırada genç kızın sesini duydum. “Babacığım, annemde en az senin kadar perişan. Kardeşim daha yedi yaşındaydı. Sen dayanamıyorsun o nasıl dayansın. Sabırlı olmalısın. Lütfen kendini toparlar mısın? Bizim için.”

Benimde kardeşim yedi yaşında ölmüştü. Ölüm ve hastalık. Bunu fark etmek, içimdeki bütün üstünü örtmeye çalıştığım korkularımın harekete geçmesine ve bedenimi saran acıyla birleşerek kendime karşı olan nefretimin de gittikçe şiddetlenmesine sebepti. Garip bir içgüdüyle kalbimi paralar gibi beni yakan bu acıya daha fazla direnemeyeceğimi anladım. Gözyaşı gözlerimi yakarak akmaya başlamıştı bile.

Sessizce ağlarken -kimse görsün istemiyordum- oturduğum yerden bir daha kalkamayacak kadar ağırlaştığımı, gittikçe artan ümitsizliğimin ise büyüyerek beni ezdiğini hissediyordum. Balkonun etrafında uçuşup duran güvercinlerin kanat seslerine dikkatimi vermeye çalıştım fakat gözlerimi açamıyordum. O sırada başımda saçlarıma dolanan bir ağırlık duydum. Fakat ne korku ne merak ne de endişe duymadım. Öylesine sıkılmıştım ki… Kendimden çıkmış da dışardan bakıyor gibiydim varlığıma. Kımıldamak bile gelmemişti içimden.

Genç kız konuştu yeniden. Odayı paylaştığımız kadına, “Gördün mü teyze? Ablanın başına güvercin kondu.” dedi kesik bir çığlık sesiyle. Ardından ekledi. “Hiçbir tepki vermedi ama abla.” Kadının cevabı sessizlik olmuştu.

Başımın üzerinden omzuma geçmişti o ağırlık. Gözlerimi açtım gri bir güvercin gerçekten de üzerimdeydi. Algılayamadığım bir zaman diliminde; bütün korkularımı, endişelerimi beni boğulma derecesine getiren acı ve sıkıntılarımı kuşun kanatlarına yükledim. Ya da ben öyle zannettim.

Fakat güvercin uçup gittikten, ben de kuşu gözden kaybedene kadar ardından baktıktan sonra birden bire içimim boşalmasını, göğsüme taş gibi oturan sıkıntının ise, o ân yok olmasını bugün dahi açıklayamadığıma göre…