GEÇ OLMADAN
Öykü: Sevda Deniz K.
Zülal, tam karşısında duran Berk’in gözlerini kısarak kendisine bakmasına, bakışlarının içini oyar gibi acıtmasına ve öfkesine daha fazla katlanamadı. İleriye doğru sert bir adım attı, durdu.
“Yaşamak diye de bir şey var.” dedi.
Sesi karar vermiş olmanın emniyeti içinde oldukça gür ve netti. Yalnız bedeni muhatabından çekindiğini belli eden huzursuz kımıldanışlar içindeydi.
Berk’in -o her defasında yerini bulan- öfkesi, Zülal’in cümlelerine çarpınca kadının kalbine korku salamadan dağıldı. Yumruk yaptığı eli –kadının omzunu hedef almıştı- gevşedi ve masanın üzerine bir suçlunun utancıyla düştü. Genç adam, nişanlısından çok kendine karşı mahcup olmuştu.
Zülal, ilk saldırıyı atlatınca içinden derin bir oh çekti. Ardından Berk’in yere düşen egosunu ve her hâlini sorgulayan bakışlarını kendinden emin bir tavırla üzerinden savurup attı. Berk’e, “İzin istemiyorum senden. Sadece kararımı bilmeni istedim,” diye de ekledi.
Berk’in söylemek istediği ne varsa küçük bir çocuk gibi kaçmış da kapının arkasına saklanmışlardı sanki. Şimdi roller değişmişti. Daha yarım saat önce ortalığı çınlatan sesini çıkaramıyordu. Doğruluğuna emin olduğu düşüncelerini de Zülal’in kesin tavrı karşısında söyleyemeden susmak zorunda kaldı. Ne kendi varlığının ne de öğretilmiş düşüncelerin izi vardı Zülal’in üzerinde. Yine de kendini zorlayarak –aslında birden bire üzerine çöken bezginliğe daha fazla direnemeyerek- biran önce çekip gitme isteğini de erteleyerek sordu.
“Ne demekmiş yaşamak! Biz seni öldürüyor muyduk?”
Zülal, “Evet” dedi sesi titremeden, ”Sizler beni azar azar, beni benden soğutarak ve eksilterek öldürüyordunuz.” Kendisi de şaşırdı cesaretine ama bir kere açılmıştı Pandora’nın kutusu. Buradan geri dönüş yoktu artık. Ne olacaksa olmalıydı. Tedirginliğinden sıyrılmış ve genç adama gözlerini kaçırmadan dik bir şekilde bakmaya başlamıştı. Bakışlarında bir meydan okuyuş, istemediği her şeyi geride bırakmaya hazır bir ifade vardı.
Berk’in kısa bir süre için ötelediği öfkesi yeniden kabardı. Hırsa kapılarak sehpanın üzerinde duran cam kül tablasını duvara fırlattı ama anında pişman oldu. Duvarda kalan ize –duvar sanki kendisine darılmış gibi gelmişti- ve yerdeki cam kırıklarına baktı. Ona öyle geldi ki bu yaptığından dolayı eşyalar da suratını asmış ve soğuk bir yüzle kendisine bakıyorlardı. Utandı. Ardından bütün öfkesini cam kırıklarıyla birlikte toplayıp çöpe attı. Odaya geri döndüğünde tek kelime etmedi. Bir süre için dışarıda akan hayatı seyretti. Gözleri yoldan gelip geçen insanlarda ama aklı Zülal’de idi. Biraz önce dilinin ucuna gelen tehditkâr cümlelerin de bir işe yaramayacağını anlamıştı. Sonra göz göze geldiler. Tam karşısında duran Zülal’in hâlinde Berk’i durduran bir sertlik vardı. “Hiç sesin çıkmıyordu senin,” dedi cılızlaşan bir sesle. Cevap beklemeden sustu.
Balkona çıktı. Sigara içmeye niyet etmişti ama vazgeçti. Dallarından kopan yaprakları takip etti. Bir süre sonra kendi içine dalıp gitti. Belirli bir düşünce ya da duyguyu değil de kafasının içinde birbirini tutmayan kelimeleri nizama sokmaya çalışıyordu aslında. Tam bir cümle söylenmek üzere netleşecekken hiç olmadık bir şey, sabah yediği peynirin tadını beğenmediği aklına geliyordu. Sonra bir boşluk. Beyninin içinde dolaşan düşünceleri ve anlamı olan hiçbir şey birbirine bağlanarak bütünü oluşturamıyordu. Kendini zorlamaktan vazgeçti. Faydası olmayacaktı. Aylardır iyice sessizleşen Zülal şimdi konuşuyor ve tüm gerçeğiyle kendisini ifade ediyordu.
Zülal çok güzeldi. Üzerinde dolaşan hiçbir bakışın kayıtsız kalamayacağı kadar. Üstelik elini attığı her işte de çok başarılı. Resim yapıyordu ve en az üç enstrümanı oldukça iyi bir seviyede, kanun ve piyanoyu ise dinleyenlerin kulaklarını tırmalamayacak kadar iyi çalıyordu. Ve hiç kimse –ailesi de dâhil- resim yapmasının dışında Zülal’in ne sevdiği şeylerin ne de yeteneklerinin farkındaydı.
Fakat her gün tekrarlanan, kulağında küpe olması istenen ama bir türlü kabullenemediği emirleri verenler vardı her daim etrafında, hayatında. Bir de hastalıklı hücreler gibi çoğalarak varlığını tüketen herkesin doğruları…
“Sokağa çıkarken üstüne başına dikkat et.”
“Bir daha dudaklarını boyarsan…”
“Sesin dışarıdan duyulabilir. Şarkı söylemekten vazgeç.”
“Liseyi bitirdikten sonra hiç heveslenme. Üniversiteye gidemezsin.”
“Bırak elinden kitapları. Bu evde iş bekleniyor senden, okuman değil.”
“Eğer böyle devam edersen sana para vermeyeceğiz. Evin her yanı fırça, boya, resim dolu.”
Zülal, ailesine açıkça ne karşı çıkabilmiş ne de sormuştu. Kurmaya çalıştığı dünyasını neden dikenli tellerle çevirir gibi hep ayıpla ve günahla sınırladıklarını.
Zülal, salonun soğuyan havasından hafifçe ürperdi. Bacaklarının kasılmaya başlaması daha fazla tartışmaya gücünün kalmadığını, sakinleşmesi gerektiğini söylüyordu. Aklına okuldan kaçarak arkadaşlarıyla gittikleri deniz kenarı geldi birden. Sıcak kumlarda yanan ayaklarını denizde serinletirken hissettiği o ferahlığa -bacaklarına vuran hırçın dalgalara- bıraktı kendini. Zülal’in –beline kadar inen kestane renginde- saçlarını annesi, sıkıca tepesinde toplar atkuyruğu yapar ve salmasına izin vermezdi. O gün tokadan kurtarıp rüzgâra bıraktığı saçlarının yüzünde, omuzlarında hafif dokunuşlarla gezinmesi nasıl da kuşlar gibi özgür hissettirmişti. O günün sonunda üstlerinden başlarından dökülen deniz kumlarıyla evlerine döndüklerinde nereden geldiklerini ve okuldan kaçtıklarını açıkça belli etmişlerdi. Arkadaşlarından bazılarının annesinden ya da babasından tokat yediğini ya da iyice azarlandıklarını ertesi gün okulda kâh gülerek kâh ağlayarak konuşurlarken öğrenmişti. Zülal’in payına düşen ise dağılan saçlarına büyümüş gözlerle bakan annesinin bağırışı, babasından bu yaptıkları yüzünden günaha girdiğini söylemesiyle başlayan uzun bir –ayıptan, günahtan, etrafa rezil olmaktan, aile geleneklerinin dışına çıkılamayacağından- nasihat düşmüştü. Arada bu azarlamalara, bundan sonra diye başlayan emirler ve babaannesinin öfke dolu sözleri de karışıyordu. Zülal, yatağına girdiğinde ağrıyan başını ve içindeki kırık çocuğu nereye koyacağını bilemeden saatlerce ağladı. Sabaha doğru bulanıklaşan aklında uyuyup kalmadan önce, “Ben gerçekten de onların dediği gibi kötü huylu ve haram olana meyilli fena bir kızım. Neden böyleyim? Neden iyi bir insan olamıyorum ki…” diye başlayan düşünceler kalmıştı.
Yan daireden, en iyi arkadaşının yaşadığı evden gelen müzik sesi, ikisini de bulundukları zamana geri getirdi. Daha önce defalarca tanık olduğu sahneyi görür gibiydi Zülal. İlk olarak Agâh Bey sazını alır ve sevgili kızının dikkatini çekecek bir tonda çalmaya başlardı. Bu çağrısı hiç bir zaman karşılıksız kalmaz kızı Yasemin de odasından bağlamasıyla gelirdi. Sonra saatlerce süren bir müzik ziyafeti başlardı. Zülal, onları dinlerken çoğu zaman gözleri arkadaşının yüzündeki ifadede takılırdı. Babasına bakarken gözlerinden taşan sevgi söylediği türkülerde başka türlü hayat bulurdu Yasemin’in. Sonra ellerine bakardı arkadaşının. Her zaman vücuduyla uyumlu, rahat ve kendi doğal hâlinde olurdu. Kendisi gibi nereye koyacağını şaşırmazdı Yasemin.
Zülal omuzlarına ağır gelmeye başlayan ellerini koyacağı yeri bulamıyordu yine. Acemi ve korkak hareketlerle arada göğsünde birleştiriyor arada sağ eliyle saçlarını parmaklarıyla tarayıp duruyor ya da iki elini kavuşturarak sağa sola sallamaktan yorgun düşen kollarını sabitliyordu.
Genç kız belli etmemeye çalışıyor olsa da ailesi de dâhil en çok da Berk’ten -onu kaybetmekten- korkuyordu. Ve gün gün iradesini zayıflatan bu duygularla nasıl bu günlere gelebildiğine şimdi kendisi de inanamıyordu.
Yasemin’in babasından yıllarca ailesinden gizleyerek müzik eğitimi almıştı. Tanınmış bir sanatçının neredeyse sağ kolu gibi olan Agâh Bey, aynı zamanda kendisi gibi müziğe âşık gençlere ders de veriyordu. Zülal’e, çok yetenekli olduğunu ama bunu muhakkak konservatuara giderek taçlandırması gerektiğini söyleyen de oydu.
Yasemin’in bütün yolları açıktı. Üniversite için hangi bölümü istiyorsa seçmekte özgürdü. Fakat müziği değil tıp okumayı seçmişti. “Ben hastalarımı türkü söyleyerek iyileştireceğim,” demişti bir keresinde. Tıp fakültesine kayıt yaptırdığı gün tercihinin getirdiği sevinci etrafına da bulaştırmıştı Yasemin. Oysa Zülal arkadaşının sevincini paylaşırken bir yandan da konservatuara hazırlandığını nasıl söyleyeceğini düşünmüş ve bunun sonucunda yaşanacak depremin altından kalkıp kalkamayacağını bilmediğinden sevincini eksik yaşamıştı. Sınava girmek için günlerce ailesine dil dökmüştü. “Evlenmek üzereyken üniversiteye hazırlanmak nereden çıktı.” diyerek itiraz etmişlerdi. Ardından Berk izin verirse ve öğretmen olabilirsen…” diye de şartlı bir kabullenişle izin vermişlerdi. Aslında nişanlısının bir şey dediği yoktu -müzikle uğraştığını da biliyordu ama büyüklerin karşısında Zülal’in yanında duramıyor. Sessiz kalıyordu.
Önceden babası ve aile çevresi şimdi de nişanlısı ve onun aile kuralları… Aslında Berk de kendi tercihi değildi. Babasının çocukluk arkadaşının oğlu olması, iki ailenin yıllar boyu süren dostlukları ve ikisinin de bu uyumun içinde büyümeleri ve her şeyin biraz da kendiliğinden oluşu ikisinin de aklına itiraz etmeyi getirmemişti. Bir akşam, yıllardır annelerinin dilinde olan evlenmelerine dair planlar konuşulup onaylanmış ve iki genç ertesi sabaha nişanlı olarak uyanmışlardı. Berk ile evlenme fikrini başlarda yadırgamamıştı. Fakat zaman geçtikçe endişe etmeye başlamıştı. Zaten bir çemberin içinde sıkışıp kalmışken bir de Berk’e olan sevgisi iradesini elinden alırsa… Bir kendisi vardı bir de bir türlü anlaşamadığı diğer insanlar. Ya nişanlısı da diğer herkes gibi olarak zamanla kendisini ötekileştirirse ve iki kişilik bir yalnızlığa mahkûm olurlarsa diye.
Berk de düşünceli görünüyordu. Zülal ile olan tartışması –mülakatı da geçerse konservatuara muhakkak gidecekti- istediği gibi sonuçlanmayacaktı. Saatler süren konuşmaları sırasında nişanlısının gözlerinde -cılız bir ışığın yanıp sönmesi gibi- ayrılmak ve ayrılmamak arasında gidip gelen kararsızlığı da görmüştü. Zülal, “Söylemek istediğim ama söyleyemediğim duygularım var.” demişti. O sözünün üzerine daha fazla inat etmeye devam edemezdi. Onun içinde kalan cümlelerinin içinde, “Yoluma yalnız da devam edebilirim.” gibi şeyler söylemesinden de korktu. Şimdi ikisinin arasında süren sessizlik, Berk için ölüm hükmü verilen birinin başının üstünde duran keskin bir kılıç gibiydi.
Salon duvarının neredeyse yarısını kaplayan akvaryuma takıldı gözleri. Rengârenk irili ufaklı balıkların ahenk içinde dans eder gibi yüzmelerini sanki ilk defa gören birinin ilgisiyle seyretti. Bazen yan yana bazen de ayrılarak ama muhakkak yeniden bir araya gelerek sudaki süzülüşlerine hayranlıkla baktı. Balıkların hareketlerine ilk defa bu kadar dikkat ediyordu. Aslında her şey ne kadar uyum içindeydi. Ne gerek vardı akan suyun önünde set olmaya, duru suyu bulandırmaya. O an karar verdi. Hırçın tabiatının aksine sakin olmalı ve nişanlısının her durumda yanında olmalıydı.
Berk, güneşin son ışıkları odaya dolarken elini nişanlısına uzattı. “Birlikte gidip konuşalım ailelerimizle. Onlar ne derse desin ben senin yanındayım.” Zülal gülümsedi. Onunla birlikte eşyalar da asık yüzlerinden sıyrıldılar. Berk nişanlısına, “Güzel ya da çirkin, doğru ya da yanlış olsa da,” dedi tüm içtenliğiyle, “Yaşamak diye de bir şey var.”