Fotoğraf çok yakında buraya eklenecek...

KAPIDAKİ BAVUL

Öykü: Gül Tanrıverdi

Gecenin sabaha kavuştuğu saatlerdi. Uykusunun derinliğinden rüya gördüğünü, rüyasında bir sesin ona seslendiğini işitiyordu. “Hatçeee…” Adının böyle seslenmesinden hiç haz etmiyordu. Uykusunun içinde bile bu sesleniş canını sıkmıştı. Ses yine geldi. Uzaklardan gelen bir ağlama sesi duyuluyordu. Omuzunu silkeleyen elle irkildi. Gözlerini araladı. Babaannesini karşısında görünce rüya görmediğini anladı.
“Kalk çabuk, kardeşin yine zırlamaya başladı. Sustur yoksa herkes uyanacak.” dedi, sinirli bir sesle.
Yer döşeğinden hemen fırladı Hatice, korkudan titriyordu. Kardeşinin bu zamansız ağlamaları ev halkını çileden çıkarıyordu. Azar işitmemek için kardeşini kucaklayıp kulağına:
“Tamam, geçti. Annemiz gelecek korkma ablan yanında. Ne olur sus bize kızmasınlar…” diye fısıldadı. Zübeyde için için ağlıyor: “Anne, anne…” diye hıçkırıyordu.

Dokuz yaşındaydı Hatice, Zübeyde ise beş yaşında. Ailece yazı geçirmek için köye gelmişlerdi. Babaannesi ve dedesine ait oldukça geniş evin bir odası onlara aitti. Amcaları, halaları, kuzenleri hepsi bir arada yaşıyorlardı. Büyük şehirde yaşayan tek aile onlardı. Köyün dışına zorunlu haller dışında çıkmayan aile bireylerinin davranışları birbirlerine ve onlara karşı sert ve hoyratçaydı.
İki kardeş bu kalabalık ortama yeni yeni alışmaktaydı. Kuzenleriyle iletişim kurmakta pek zorlanmadılar. Kızlardan biri olan Şükran ile yakınlık kuran Hatice yalnızlık çekmiyordu. Onunla inekleri bahçelere götürüp otlatıyor, akşam ahıra getiriyorlardı. Meraklı gözlerle inekleri inceliyor, memelerini yumuşak dokunuşlarla tutarak süt sağmalarını izliyordu. Yavaş yavaş keyif almaya bile başlamıştı.

Fırtınalı ve bol yağışlı bir geceydi. Şükran’la yer döşeğinin kabarıklığının içine gömülerek yatmışlardı. Zübeyde annesinin koynunda uyuyordu.
Dışarıdan gelen rüzgâr sesi; dalların birbirine çarpışıp yaprakların hışırdaması, yağmur damlalarının toprağı yalayıp geçmesi Hatice’nin içine bilinmez bir korkuyla gelip yerleşti. Huzursuzluk ve aniden bir kayanın gelip bağrına oturması ne olduğunu anlayamadığı bir sıkıntıyı beraberinde getirdi. Herkesin uyuduğu bu geç vakitte gözlerini perdeye dikmiş, eğilip kalkan dalların gölgesini seyrediyordu. Sonsuza kadar bu köyde; evinden, okulundan, arkadaşlarından ayrılacakmış, bir daha geri dönemeyecekmiş gibi bir hisse kapıldı. Yatağın içinde bir sağa bir sola dönerek uyumaya çalıştı.
Güneşli bir sabaha gözlerini açtı kız. Odanın penceresinden baktı. Gecenin fırtınasından, yağmurundan, rüzgârından eser yoktu. Şaşkın bakışlarla yerlere baktı, her yer kuruydu. Uykusunda kâbus mu görmüştü anlayamadı.
Şükran uyanmış gözlerini ovalıyordu. Yataktan kalkmasıyla yatağı yuvarlayıp duvara yasladı. “Çabuk onlar seslenmeden çıkalım.” dedi.
Odadan çıkıp hararetli konuşmaların geldiği mutfağa yöneldiler. Yer sofrasının başına oturmuş amcaları yapılacak işlerden konuşuyorlardı.
Gözleri annesiyle babasını aradı. Göremeyince onları aramak için dışarı çıktı.
Dış kapının önüne konulmuş yeşil bavulu görünce afalladı.
Annesine ait olan eşyanın kapıda ne işi vardı? Koşarak içeri girdi ve odalara tek tek baktı. Babaannesin odasının kapısını tıklatıp açtığında annesi oturmuş babası ayaktaydı. Zübeyde her zaman olduğu gibi yanlarındaydı. Babası gülümsedi. Annesi:
“Uyanmanı bekliyordum.” dedi. Eliyle yanını işaret edip:
“Gel bakalım.” dedi buruk bir tebessümle.
Gece yüreğine oturan kaya yine gelmiş içine yerleşmişti. Korkuyla anne ve babasına baktı. Kapıda gördüğü tek bir bavul kızı işkillendirmişti. Annesi saçlarını okşadı. Yüzü solgundu. Söze nasıl başlayacağını bilmiyordu. Bir ona bir kardeşine bakıp söze başladı.
“Hatice’m yavrum bizim şehre gitmemiz gerekiyor. Babanla beraber gidiyoruz. Çok kalmayacağız hemen döneceğiz. Zübeyde’yle seni götüremiyoruz. İşlerimizi halledip hemen döneceğiz. Kardeşin sana emanet benim yokluğumda ona annelik yapacaksın tamam mı kızım?” dedi. Kızının ellerini avucuna alıp öptü.
Olanlardan habersiz olan kardeşine baktı. Annesinin yokluğunda, sürekli ağlayan kardeşini nasıl zapt edecekti?
“Neden gitmek zorundasınız? Ne olur bizi de götürün burada bırakmayın.” dedi ağlamaklı sesle Hatice. Babası:
“Hemen döneceğiz hadi ama ağlama, biz sana güveniyoruz büyüdün artık.” dedi.
“Büyüdüm mü? Dokuz yaşındayım baba, bizi terk edip gidemezsiniz.” dedi kız suratını asarak.
“Terk etmiyoruz yavrum. Çok kalmayacağız, azıcık sabredin, söz erken geleceğiz.” dedi annesi.

Avutulan iki kardeşi öperek ve tembihlerde bulunarak vedalaşıp arabaya bindiler. Çocuklarına el salladı kadın ağlayarak. Gözyaşlarını görmesinler diye elini yüzünde gezdirdi. Hareket eden arabanın toz bulutuna baktı kız, gerçekten onları bırakıp gitmişlerdi. İnanamıyordu. Boş gözlerle yola bakıyordu. “Anne, anne…” diye feryat eden kardeşinin sesiyle kendine geldi.
Kapının önünde oturan yaşlı kadın: “Sustur şunu.” diye bağırdı.
Annesiz, babasız, korumasız kalmışlardı. Üstleri başları çıkarılmış; çırılçıplak, kimsesiz, sahipsiz, kanatları kırılmış iki kuş yavrusu gibiydiler.
“Sustur şunu.” demişti babaannesi öyle yabancı ve uzaktı ki sesi, o an anlamıştı Hatice herkesin birden değiştiğini, yabancılaştığını.
Ağzı kurumuş, içi çekilmişti. Annesinin yerini alıp kardeşini azarlamamaları için elinden geleni yapacaktı ama Zübeyde laf dinleyen bir çocuk değildi ki.
Bütün köy boşalmıştı sanki. Ne ağaçların yeşili yeşil, meyvelerin tadı tat, közlenen mısırların lezzeti lezzetti.
Şükran olmasa dayanılacak gibi değildi. Her daim yanında olup oyalanacak bir şeyler buluyordu. Tarlaya, bahçeye, inekleri otlatmaya beraber gidiyorlardı.
Kardeşini peşi sıra götürüyordu Hatice. Ansızın ağlama krizleri geliyor: “Annem ne zaman gelecek? Annee…” diye haykırmaya başlıyordu.
Ev halkı; amcası veya halası ya da yengelerinden birisi her fırsatta:
“Anneniz babanız sizi terk etti. Buraya bırakıp gittiler.” deyip, alay eder gibi gülüyorlardı.
İçi acıyan kız şüpheye kapılıyordu.
Her gün bu bekleyişin sona ermesi için dua ediyordu.
Gelen araba seslerine kulak kabartıyor, gözlerini kapatıp bekliyordu. Ne gelen vardı ne giden.
İkindi vakitleri; Şükran’la dikenlerin ve çalıların arasından geçerek, köyü kuş bakışı gören tepeye çıkıp karşı yolları gözlüyordu. Her tarafına batan dikenlerin, çizip kanattığı bacaklarının acısını umursamıyordu.
Yeter ki bir araba görsün; o arabada da annesi olsun tek isteği buydu.
Gördüğü araçların hiçbiri evlerinin olduğu tarafa sapmıyordu. Tırnaklarını etlerine batırıp; özlemini, acısını, korkusunu bastırmaya çalışıyor sürekli mırıldanıyordu.
“Söz vermişlerdi. Neden hâlâ gelmediler?”

Sorular gittikçe ağırlaşıyor, güven duygusunu kaybetmeye başlıyordu kız. Anne özlemi doruklara çıktıkça daha çok feryat eden Zübeyde ne gece ne gündüz susmuyordu. Geceleri uyandırılıp kardeşini susturması isteniyordu.
Hatice çaresizlikten kıvranmaya başlamıştı.
Neredeyse iki ay olmuş hâlâ annesi ve babasından haber çıkmamıştı.
Sıcağın buram buram yaktığı bir gündü. Şükran’la beraber tarlada çalışan aile büyüklerine su götürdüler. Çalışmaktan dili damağı kurumuştu herkesin. Kana kana içtikleri suyla ferahlamışlardı. Olgunlaşmaya başlayan mısırların püskülleriyle saç örgüsü yapıyordu Hatice.
Kısık sesle çalan radyonun eşliğinde herkes işinin başındaydı.
Kulağına gelen türkünün sözleriyle elinde tuttuğu mısır birdenbire düşüverdi.
“Ah anneciğim ah anneciğim yaktın ya beni” sadece bu sözleri duymuş olduğu yere çökmüştü. İçinde şahlanan yalnızlık ve özlem duygusu birden açığa çıkmıştı.
Gözyaşları sel gibi akmaya başladı kızın. Ağladığını görüp alay etmesinler diye başını eteğine gömdü için için acısını eteğine akıttı.
Şükran, içlenip ağlayan kuzeninin yanına oturup sırtını şefkatle okşadı. “Gelecekler üzülme ne olur.” diye fısıldadı.

Büyüklerin annesi ve babasından haberdar olduğunu düşünen Hatice bir gün çekinerek amcasına haber alıp almadıklarını sordu. Kinayeli konuşmayı seven adam alay edercesine cevap verdi:
“Annen baban ayrılmışlar kızım sizi almaya gelmeyecekler.” dedi gülerek.
Amcasının hiç güldüğünü görmeyen kız gözlerini adama dikti. Söyledikleri gerçek mi yoksa yalan mıydı anlayamadı. Öyle dehşete kapıldı ki ağzını açıp başka soru soramadı.
Evin arka kısmında kullanılmayan bir odaya girip yere oturdu. Dizlerini karnına çekip ağladı. Amcasının söyledikleri gerçek olamazdı.
“Ama ya gerçekse? Hayır, hayır bizi bırakmazlar.” diye inledi.
Güneş, renkleri solmuş olan perdeleri delip geçiyordu. İçini kaplayan karanlığa ise ulaşamıyordu.
Biraz sakinleşince gözlerini elinin tersiyle sildi. Burnunu çekti, derin bir nefes aldı. Etrafına şöyle bir bakındı. Demir divanın altından ucu gözüken gazete gözüne ilişti. Uzanıp aldı.
Eski bir tarihe ait, sayfaları sararmış gazetenin sayfalarını çevirdi. Resimlere gözü takıldı. Kadın ayrıldığı kocasını öldürmüştü. Gözleri fal taşı gibi açıldı Hatice’nin, dehşetli bir korkuyla titremeye başladı sonra midesi bulandı.
Okuduğu yazı ailesinin başına gelmiş olabilir miydi?
Hayır, bu olamazdı çünkü annesi babası mutlulardı, hiç kavga etmezlerdi.
O halde neden hâlâ gelmemişlerdi. Bir sorun vardı ama kimse ona hiçbir şey anlatmıyordu. Tam kendisini toparlayacakken kuşkuya düşeceği bir şeyler oluyor veya duyuyordu. Tahammül gücü kalmamıştı.
Günden güne zayıflamış, yemek yiyemez olmuştu. Kardeşini kandırmaktan usanmıştı.
Biraz sevgi, ilgi gösteren olsaydı katlanması daha kolay olabilirdi.

Uzun süren yağışlı havanın ardından çıkan gökkuşağı, renkleriyle gökyüzüne uzanıyordu. Gözlerini bu renk ahengine dikmiş seyrediyordu kız.
Şükran yanına gelip: “Hava duruldu, hadi inekleri çıkaralım biraz otlansınlar.” dedi.
İsteksiz yerinden kalktı, beraber ahıra gittiler. Hayvanların boyunlarında sallanan çıngırak sesleri sessizliği bozdu. Kulaklarında bir tınıyla yola koyuldular.
İkindi sıralarıydı, tepeye çıkmak istedi Hatice ama Şükran izin vermedi. “Yerler ıslak kayar düşeriz.” dedi.
Canı sıkılmıştı kızın: “Bir araba gelirse duyamayız burası eve uzak.” dedi.
“Tamam, dönelim yavaş yavaş.” dedi, Şükran inekleri bir araya topladı.
Evin hemen yukarısında çeşme vardı. Ayağına bulaşmış çamurları temizlemek için yokuşu çıktı. Azarlanmak istemiyordu.
Şükran ahırın yolunu tutmuştu.
Lastik ayakkabıyı yıkayıp yeniden giydi. Düşmeden inmek için yavaşça adımlarını atarak yola inip yürüdü.
Evin avlusuna geldiğinde ayakları bastığı yere yapışmış gibi kıpırdayamadı.
Kapının önünde bavul vardı. Gözlerini kapatıp açtı sonra biraz ovaladı.
Bu gördüğü annesinin bavulu muydu? Hiç araba sesi duymamıştı. Hayal gördüğünü sandı. Aylardır beklediği an gelmiş miydi? Orada öylece kalakaldı.
Elinde sepetle yanına gelen yengesi:
“Gözün aydın Hatçe, ananda babanda gelmiş. Artık güllerin açar. Ne bekliyon içeri girsene.” dedi.
Lastiklerini çıkarıp eve girerken dönüp bavula baktı. Elini üzerinde gezdirdi gerçekti. Durakladı. Annesine ne söylemeliydi? “Hoş geldin anne” ya da koşup boynuna mı sarılmalıydı?
Duyguları boşalmış ne yapacağını bilemez haldeydi.
Hararetli konuşmalar geliyordu içeriden. Bir ses:
“Geçmiş olsun. İyileştin mi?” diyordu. Başka bir ses:
“Hastanede çok mu kaldın?” diye soruyordu.
Hasta olan annesi miydi yoksa babası mı? Hiçbir şey söylemeden gitmelerinin sebebi hastalık mıydı?
Kapının ağzında duyduğu sözleri ölçüp tartıyordu.
Aylardır şüphelerle kıvrandıran düşünceler, alay edilerek söylenen bütün sözler, gazetede de okuduğu haber demek gerçek değillerdi.
Annesi ve babası ayrılmamışlar onları bırakmamışlardı.
İçinin ferahladığını, tüm bedeninin hafiflediğini hissetti kız. Fakat kırgınlığını ve yüreğinde taşıdığı acıyı hafifletememişti.
Annesi mutfak kapısında belirdi. Zübeyde kucağındaydı. Onu gören kadın:
“Yavrum, Hatice’m gel sana bir sarılayım.” dedi. Gülümseyerek ona bakıyordu.
Kardeşini tutmadığı diğer kolunu açıp kızını kucaklamak için bekledi.
Zayıflamış bedenine ve solgun yüzüne bakınca hasta olanın annesi olduğunu anladı.
“Gel yavrum.” dedi annesi tekrar, ona doğru adım attı.
Donup kalmıştı kız. Dokuz yaşında olan Hatice gitmiş yerine olgun biri gelmişti.
“Neden söylemedin? Bilseydim beklemek daha kolay olurdu. İyi olman ve hemen dönmen için dua ederdim. Dönmeyeceksin korkusuyla dolup taşmazdım.” demek istedi ama ağzını bile açamadı.
Kendini zorlayarak ayaklarını oynattı önce, sonra ilk adımını attı.
Yavaş adımlarla annesine doğru yürüdü kız, annesinin yanından geçip odaya gitti.
Duvara dayalı döşeği yere serip üzerine yattı. Yorganı başına kadar çekip içine gömüldü. Üşümeyle titreme arası sarsıldı bedeni. Sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.