IHLAMUR AĞACI
Öykü: Gül Tanrıverdi
Aksak ayağını sürükleyerek indi yokuştan. Yaşına rağmen cılız bedeni bir kuş kadar hafifti, yüreğinin ağırlığı olmasa daha hızlı yürüyebilirdi. Yokuşun başında durup soluklandı, kendisine ait arazinin sınırına geldiğini fark etti. Ne kadar süredir yürüyordu kestiremedi.
Evine yaklaştıkça içini kaplayan geri dönme isteğine yenik düşmek istedi.
Arkasına dönüp, köyün kuş bakışı manzarasına baktı. İçi eridi birden, üstüne bir gariplik çöktü. Evinden, köyünden, bahçelerinden en önemlisi kendinden nasıl kaçabilirdi.
Her tarafı ağaçların, bahçelerin kapattığı dar taşlı yokuşu dinlenerek çıktı.
Yer yer kümeleşmiş çakıl taşları, yüzlere bürünüyor sonra birden çiçeğe dönüşüyordu. Ayağını hafifçe bastırarak yürüdü.
Yolun bir kenarı, alabildiğince yeşile boyanmış uçurumdu. Yaklaşıp dibine baktığında benzi beyaza çalmış bir yüz gördü, tanıdığı bir yüze çok benziyordu. Gözlerini birkaç defa açıp kapadı. Ürpermişti, düşmemek için geri çekildi.
Gözünde yol incelmiş, sanki bir ipliğe dönüşmüştü. Yeşilliklerin gölgelediği yolun ucunda bir kadın ona bakıyordu. Hızlanıp yetişmek istedi. Aksayan bacağını sürükledikçe, bir bıçak gibi sokulan ağrı ona engel oldu. “Nurhayat?” diye seslendi.
O yetişmek istedikse kadın uzaklaşıp kayboldu.
Düzlüğe çıkınca rahatladı. Ağzı kurumuş, ter içinde kalmıştı.
Başını ellerinin arasına alıp bir süre oturup dinlendi.
Bir tarafı şehre diğer tarafları dağlara bakan hanesi, köyün en yüksek tepesindeydi. Dedesinden kalan onca toprak, babasından sonra kendisine kalmış, karısıyla gözü gibi bakmışlardı.
Son yokuşu çıkmak onu iyice yordu. Cebinden çıkardığı mendille terini sildi. İki yol ağzında kalan evi gözüküyordu. Yaklaştıkça heyecan ve korku arasında duyguları gidip geldi.
Her yerden gelen ıssızlığın kokusu burnunun direklerini sızlattı.
Nasıl dayanacaktı; bu sessizliğe, elini kolunu kıran çaresizliğine…
Etrafına bakınarak ilerledi, kapının önünde durdu. Kirlenmiş örtüsüyle yemek masası, sandalye kılıfları, çay içtikleri semaver, çiçekli minderler bıraktıkları gibiydi. Hepsinin üzerinde karısının parmak izleri vardı. İçinde kopan fırtınayı durdurmak için kendisini sıktı, elini bağrına götürüp göğsünü ovuşturdu.
Gözlerinde biriken yaşlar inci tanesi gibi düşerken, tam karşısında ona hoş geldin der gibi bakan ıhlamur ağacını gördü. Aksayan ayağına eliyle yön vererek ağaca doğru yürüdü. Baştan aşağı süzdüğü ağacın uçurumun kenarına nasıl tutunduğunu düşündü. O da artık ağaç kadar uçurumun kıyısındaydı. Düşünceler; kıymık gibi beynine saplanırken tatlı sert bir rüzgâr yüzünü yaladı. Ihlamurun yaprakları kuş cıvıltılarının arasında hışırdadı.
Yarım asırlık gövdesi bir tarafı boşluğa diğer tarafı toprağa tutunup kök salmıştı ağacın. Hayata direnişiyle dimdik duruyor, ihtişamıyla göz kamaştırıyordu.
Dibine yerleştirilmiş tahta sedir ise yıllardır orada duruyordu. Babasıyla beraber yaptıkları günler geçti aklından. Yosun bağlamış, kararmaya yüz tutmuş tahtalara baktı. Gelen geçenin konaklayıp nefeslendiği sedir, koyu sohbetlerin yapıldığı günlere tanık olmuştu.
Karısıyla sessizce oturdukları günleri hatırlayınca, pişmanlıkla gelen burukluk kapladı içini.
“Bu ağaç niye hiç çiçek vermiyor?” diye sormuştu karısı bir keresinde.
“Kısır bu ağaç hanım, keselim meyve veren ağaç dikelim.” demişti cevap olarak.
Olmaz, der gibi sallamıştı başını kadın.
“Satın alırız komşuların ıhlamurundan, sakın keseyim deme, aile yadigârı bu ağaç.” demişti.
O günden sonra aklına ne zaman kesme fikri gelse, hemen vazgeçerdi.
Ağacın gövdesine yaslandı. “Kısırsın sen de tıpkı…” diye inledi.
Çocuklarının olmamasını yüzüne vurmamıştı karısı ama yüreğinde bir ukdeyle yaşadığını biliyordu. Ne beni bırak git diyebilmişti ne de kısırlığına bir çare bulabilmişti.
Evin kapısına bakarken: “Bir çocuğum olsaydı belki eve girmem kolay olurdu.” diye düşündü.
Sıcaklığını yitirmiş bir ev ev miydi? Sobanın yanmasını, ekmeğin kokusunu, çayın demini, karısının seslenişini, cebinden çıkardığı anahtara bakarken düşündü.
Sedirin altında kalan ince odunlardan birini çekip çıkardı. Eşyaya kuvvetini vererek yerinden kalktı, ağaca dönüp baktı.
“Zamanı geldi, hem senin hem benim.” dedi.
İçeri girdiğinde, eskiden aldığı ev kokusu, yerini rutubet kokusuna bırakmıştı.
Her an Nurhayat bir yerden çıkacakmış gibi hissetti. Yalnızlığını bir kez daha kendisine kanıtlarcasına bakındı. Mutfağa girdiğinde; onun için yaptırdığı tezgâh, dantellerle süslü dolaplar, yeni yemek takımı, içinde kurumuş karanfillerle yeşil vazo, evin hanımını bekler gibiydiler.
Yemek yapmaktan anlamadığı için eşyaların yerlerini de bilmiyordu.
Zor bela bulduğu demlikle çay demleyip yapılacak işleri düşündü.
Yaralanmış ruhuyla uyurgezer gibi geziyordu. Uzun zamandır bakımsız kalan tarlaları gezdi. İçi çekilmiş meyveler yerlere dökülmüştü. Geleli iki gün olmasına rağmen iş yapmaya hevesi yoktu.
Evin önüne gelip oturuyor, ıhlamur ağacına gözlerini dikip bakıyordu. Hatıralarının, ağacın dalları arasından dökülüşünü izliyor, kendisine eziyet ediyordu.
Karar vermek için çok düşündü, ölçüp tarttı.
Telefonu eline alıp, önce muhtarı aradı. Muhtar, niyetini anlayınca itiraz etti fakat ikna edemedi. Kararı kesindi.
“Yarın gelsinler.” dedi telefonu kapatırken.
Geceyi sıkıntılı geçirdi. Kararının yanlış olduğunu düşünüyor sonra vazgeçiyordu.
“Çiçek açtığı yok, ne çayını gördük ne kokusunu duyduk. Yıllardır boşuna kapatıyor köyün manzarasını.” diyerek kendini haklı çıkarmaya çalışıyordu.
Adamlar geldiğinde ince belli bardağıyla çayını yudumluyordu. Hoş beş ettikten sonra çay ikramında bulundu. Ağaca bakarak “İşte orada” dedi.
Adamlardan biri: “Yazık güzelim ağaca, sonra pişman olursun abi.” dedi.
Sesini çıkarmadı. Yüreğine bir taş oturduğu halde belli etmedi. Sandalyesinden yavaşça kalktı.
“Siz halledersiniz ben içerdeyim.” deyip eve girdi.
Adamlar birbirlerine bakarak bir anlam veremediler. Biri diğerine:
“Ağaç çok büyük. Çevresine bakalım, dalların arasında kuş yuvası falan olmasın. Heder etmeyelim.” dedi.
Motorlu testereyi hazırlayıp kenara bıraktıktan sonra ağacı kolaçan etmeye başladılar. Dalların arasına baktılar, ağacın şehre bakan yüzüne gelince adamlardan genç olanı:
“Kesemeyiz usta. İyi ki bakmışız.” diyerek bağırdı. Orta yaşlı olan gözlerini açarak:
“Hayrola?” dedi heyecanla.
Genç adam, ağaçtan atlayıp, koşarak eve gitti. Kafasını kapıdan uzatarak:
“Halil abi, ağacı kesemeyiz, duyuyor musun beni?” diye seslendi.
İçeriden ne ses ne seda geldi. Genç, heyecanla içeri girip etrafa bakındı.
Aralık olan odanın kapısından adamın sırtını gördü. Yerde oturuyordu. Yine seslenerek:
“Ihlamur çiçek açmış abi, şehre bakan yüzünde çiçekler var. İyi ki kesmemişiz.” dedi.
Adam ona bakmadı, eli göğsünde başı öne eğilmiş öylece duruyordu.