HAMAL HASAN
Öykü: Gül Tanrıverdi
Her zaman mahşer yeri gibi olan çarşı bugün ıssızlık kokuyordu. Tahtakale’nin dar sokaklarından geçip elli metrelik bir yokuşu çıktığınızda, ahşaptan yapılma küçük bir kahve vardır. Köhne çatısının altında her gün kucak açtığı insanları konuk eder, dostça karşılar. İşte orası iş için bekleyenlerin durağıydı. Burada kalabalık halde bekleşen; sıcak bir bardak çayla içlerini ısıtan insanlar topluluğu, hamallık mesleğini yapanlardı. Bu insanlar, ekmek parası için sabahtan akşama kadar iş çıksın diye dört gözle bekler dururlardı. Sırtlarına sardıkları semerlerine ne yükler koymazlardı ki. Etliye sütlüye karışmadan pazarlıklarını yapar ne olsa taşırlardı.
Onlardan biri de Hasan’dı. Sabahın kör vaktinde kalkmış, rızkını temin etmek için yola koyulmuştu. Kışın en soğuk günlerinden biriydi. Yükseklere kar yağmış, yollar hafif buz tutmuştu. Kediler, köpekler ısınacak sıcak bir delik arıyordu. Yere her basışında çıtırdayan buz parçaları tedirgin etmişti adamı. “Bugün zor bir gün olacak,” diye geçirdi içinden.
Yüzüne vuran keskin soğuk; yanaklarını, dudaklarını, burnunu bir zımpara gibi çatlatırcasına yalayıp geçti. Yün beresinin bile koruyamadığı kulakları donmuştu. Eliyle kulak memelerini ovaladı. Avuçlarını ağzına götürüp nefesiyle ısıtmaya çalıştı. Bu acı ayaz da nasıl iş bulacağını düşündü.
“Allah büyüktür.” diyerek teselli etti kendisini.
Arkadaşlarının yanına vardığında, onlarında sıkıntılı olduğunu gördü. Ellerini koltuk altlarına sokmuş, ısınmaya çalışıyorlardı. Kahvenin içi doluydu. Mecburen kapıda beklemeye başladı diğer hamallarla. Sıcak çay dağıtıldı, bir nebze de olsa içleri ısınmıştı. Sadece kendisi değildi “bir iş çıkar mı?” diye ümitle bekleyen. Çocuklarını doyuracak ekmek parasını kazanabilmek için bu keskin soğuğa tahammül etmeye çalışan insanların arasına karıştı. Beline sardığı ipini sıkıca tuttu. Semerini alıp bir kenara ilişti.
Anadolu’nun bir köyünde doğmuştu Hasan, hem yetim hem de öksüzdü. Akrabalarının arasında itile kakıla, hırpalanarak büyümüştü. Herkesin ayak işlerine koşturur, yaşının küçüklüğüne aldırmadan köyden şehre yürür, çarşıda; su, mendil, limon satmaya çalışırdı. Kazandığı iki kuruşu da amcası elinden alır, “Aferin kerata” deyip, kafasına bir şaplak vururdu. Bu bir sevgi hareketi miydi? Pek anlayamazdı. Okul yüzü de görmeyen çocuk fakirlik içinde, rahat yüzü görmeden çalışıp didinmişti.
Yetişkin olduğunda, kendisi gibi kimsesiz bir kız bularak evlendirmişlerdi onu. Başlarını sokacak bir dam bulup yerleştirmişler bir daha da arayıp sormamışlardı.
Ömrü boyunca çektiği kederleri dindiren, acılarına şifa olan, Allah’tan mükâfat gibi gördüğü karısı Zeliha ile aynı yastığa baş koymanın; aynı kaptan yemek yemenin, aynı çatı altında nefes almanın tarifsiz güzelliğiyle nihayet bir aile olmanın tadına varmıştı Hasan.
Aslında her ikisi de içlerinde yaşattıkları kimsesizlik duygusunu; burukluğu, dışlanmışlığı birbirlerine tutunarak aşmaya çalışmışlar başarmışlardı da.
Evli barklı bir adamdı artık sürekliliği olan bir iş bulmalıydı. Mektep yüzü görmeyince doğru dürüst bir meslek sahibi olamamıştı. Ama artık bir mesuliyeti vardı. İhtiyaçlar zamanla çoğalacaktı. Her işe başvurdu, gücünün yettiği her işi yapmaya çalıştı fakat devamlılığı olan bir iş yeri bulamadı. Elinden tutan yol gösteren biri de yoktu.
Uzun zaman düşündü durdu ve sonra bir karara vardı.
Bir gün karısını karşına alıp meramını anlattı.
“Buralarda bizi bağlayacak kimsemiz yok, büyük şehre gidip orada ekmeğimizi arayalım,” dedi. Önce düşündü kadın sonra kocasına hak verdi. Koskoca köyde onların peşinden üzülecek, merak edecek hiç kimseleri yoktu. “Ne acınası halimiz varmış,” diye hayıflanıp iç çekti. Hazırlıklara başladı, zaten iki parça eşyaları vardı. Çabucak toparlanıp yola koyuldular.
Büyük şehrin keşmekeşinin içinde buldular kendilerini. Başlarını sokacak bir yer bulmalıydılar. Dizlerinin bağı çözülene kadar dolaşıp durdular. Sonunda bir gecekondu da camlarının kenarları çatlamış; duvarların kireçleri dökülmüş, tahtaları çürümüş bir eve rast geldiler. Paralarının yetebildiği tek yer burasıydı. Burulmuştu yüreği Hasan’ın üzgün ve mahcup bakışlarla baktı karısına. “Etraf çok kötü görünüyor, başka yerlere de bakalım,” dedi.
Kadın hiç şikâyet etmeden: “Varsın olsun, biz adam ederiz bu evi başımızı sokacak bir yer bulduk ya,” deyip kocasını teselli etti. Ortalığı temizlemeye başlamıştı bile. Zeliha becerikli, evine sahip çıkan, tutumlu, eli iş tutan bir kadındı. Çok geçmeden hanelerini düzene sokmuş huzurlu bir yuva haline getirmişti. Hasan’da iş aramaya devam ediyordu.
Arada bir uğradığı mahalle kahvesinde tanıştığı birkaç kişi ile muhabbet kurmuştu. Hamallık yapan bu insanlar bir gün onu da yanlarında götürüp bu işin nasıl yapıldığını, kendine göre olan kurallarını anlattılar. Sırtına semer vurup ne kadar dayanıklı olup olmadığına baktılar. Çalışkanlığını, sessiz oluşunu beğendiler Hasan’ın. İşte o günden sonra Tahtakale’nin hamallarının arasında yerini aldı. Az çok demeden ne kazanırsa kazansın, bir işin ucundan tutmak onu rahatlatmıştı. Dünyanın yükünü omuzladı her gün, cüssesi dili oldu. Bu işi yapmak kolay değildi, güçlü olmak gerekiyordu. Yükün altında ezilip hasar alabilirdi, ayağını kırabilirdi. Sigortası olmayan bir işti sonuçta başına bir şey gelse aç kalmalarının yanı sıra hastane masrafı da ayrı dert olurdu. Hep temkinli olmaya çalışıyordu.
Kanaatkâr bir eşi olması da bir lütuftu. İki evlat sahibi olmuşlardı. Sorumluluğu arttıkça daha çok çalıştı. Onların; karınlarını doyurmak, eksiklerini gidermek, kimselere muhtaç etmeden büyütebilmek için didindi durdu. Akşamları kapıda onun gelmesini beklemeleri yok mu? Hele bir de “babam geldi” diyerek ona doğru koşmaları, gözlerindeki o ışıltıyı görebilmek her şeye değerdi. Duygusallaşırdı adam, yaşayamadığı sıcaklığı, mutluluğu onlarla yaşardı.
Ama bugün; soğuk gözlerini yaşartıp, damlalar yüzünde buz tutuyorken, endişe içinde adımlarını bir ileri bir geri atıyordu. Sabahtan beri bir iş çıkmamıştı. Milim milim içlerine işleyen ayaz iliklerine kadar üşütüyordu herkesi. Arkadaşlarından bazılarına ufak tefekte olsa yük bulmak nasip olmuş, kalanlar ise birer birer dağılmıştı. Beklemekte kararlıydı Hasan, mutlaka birkaç lira kazanıp eve boş dönmemeliydi. Ortalık boşaldığı için kahveye girip cam kenarına oturdu. İnce belli bardakla çay geldi önüne, omuzuna destek veren kahvecinin eli ona güç verdi.
Kapının gıcırtı sesi sessizliği bozdu. Selam vererek içeri giren adam; çelimsizliği kalın paltosunun içinden bile belli olan fakat konuşunca o bedene göre oldukça gür sesi olan biriydi.
“Hamal arıyordum kardeş, beyaz eşyam var taşınacak,” dedi.
Duaya icabet eder gibi yerinden fırlayıp adamın yanına koştu Hamal Hasan. “Ben varım.” dedi.
“Hadi gidelim eşya iki sokak aşağıda, ev zaten uzak sayılmaz.” dedi adam.
Yolda yürürken beklemenin sonucunda bir iş çıktığı için sürekli Allah’a şükretti. Yavaş ve dikkatli adımlarla yükü taşıyarak evine kadar bıraktı. Cüzdanından iki yüz lira çıkarıp uzatan adama şaşkınlıkla baktı. Cömertliği şaşırtmıştı onu. Genelde ceplerine akrep kaçmış insanlarla karşılaşırdı. Minnet duygusuyla teşekkür ederek oradan ayrıldı.
“İşte mutluluk!” dedi elindeki paraya bakarken. Bu kadar parayı bir seferde hiç aldığı olmamıştı. Sadece ekmek değil; biraz kıyma, bir paket çay, kesme şeker, hatta çocuklara simit ve şeker de alabilirdi. İçi ferahlamış, huzur dolmuştu. Bir markete girerek ihtiyaçlarını aldı. Elindeki poşete baktıkça dünyanın yiyeceğini almış gibi seviniyordu. Üşümeyi falan unutmuş, kuş gibi hafiflemişti.
Nihayet evine gelmişti Hasan. Yol boyu nasıl hızlı yürüdüğünün farkına varmamıştı. Kapıyı çalmaya yine gerek kalmamıştı. Zeliha her zaman yaptığı gibi onu pencerede beklemiş, gördüğü gibi kapıya koşmuştu. Annelerini takip eden çocuklar “babam geldi, babam geldi…” diye sevinerek adamı karşılamışlar, boynuna atlamışlardı. Eli boş gelmediği için memnun bir ifade ile aldığı erzakları karısına verdi. Kadın hemen çay demleyip demliği sobanın üstüne koydu.
“Bugün çok soğuk olduğu için iş bulunmaz diye düşünmüştüm, sağ salim eve dönmen daha önemliydi bizim için,” dedi kadın.
“Ümidimi yitirmemeye çalışarak bekledim vallahi, Allah’ım yardım etti çok şükür,” diye cevap verdi kocası.
Sofraya oturduklarında aile olmanın güzelliğini bir kez daha anladı Hasan. Çocuklarının; getirdiği şekerleri yemek arasına katık yapıp iştahla yemelerini seyretti. Keyiften dört köşe olmuş halleri, beklediğine değdiğini gösteriyordu. Bir de karısının yüzünden düşürmediği o sıcak tebessümü yok mu?
“İşte zenginlik, servet sahibi olmak bu!” dedi.