Fotoğraf çok yakında buraya eklenecek...

KIRK KIRIK GÜN

Öykü: Gül Tanrıverdi

“Bir, iki, üç…”

“Bir, iki, üç…”

“Bir, iki… Hadi şimdi burnuna çek suyu üçleyeceksin.”

“İyice çeksene oğlum, burnunun direkleri sızlasın!” diye bağırdı adam.

Neye uğradığını anlayamayan çocuk babasının söylediklerini yapamaya çalışıyordu. Şaşkınlık içindeydi. Ne yaptığını bilmek istiyordu fakat öfkeyle suyun altına sokulmuştu. Yaralı bir hayvana yardım etmek neden bu kadar büyütülmüştü anlayamıyordu. Mezhep neydi ve neden bir köpeğe dokunmak yasaktı? Ona söylenenler sadece bunlardı.

Bütün yaptığı; okuldan eve geldiğinde bahçe kapısının yakınında bulunan meşe ağacının arkasından gelen iniltinin ne olduğunu öğrenmekti. Sadece on adım öteye, ağacın dibine kadar gitmişti. Karşılaştığı manzara içini acıtmıştı. Tek ayağı kanlar içinde olan siyah bir köpek kıvrılmış yatıyordu. Hemen, cebinden çıkardığı beyaz kumaş mendiliyle kanayan yeri silmeye başladı. Bahçeye koşup mendilini çeşmenin kurnasında yıkayıp koşarak geri döndü. İyice temizlenene kadar uğraştı.

O kadar masum bakıyordu ki solgun ve ıslak gözlerine bakıp sonra da kayıtsız kalmak mümkün değildi. Nefes alış verişleri sırasında siyah bedeni acıyla seğiriyordu. Tüm şefkatiyle sırtını okşadı, “Geçti, iyi olacaksın.” dedi. Köpeğin acısını içinde hisseden çocuk ağacın dibine oturmuş, merhametli dokunuşlarla hayvanın sakinleşmesi için elinden geleni yapıyordu. On iki yaşında olmasına rağmen duyarlı biriydi.

Öfkeli bir sesle irkildi Sinan. Ne olduğunu anlamadan ensesinde patlayan tokatla bir acı hissetti. Arkasını döndüğünde babasına yakalandığını anladı. Bir tokatta yüzünde patladı.

“Saat kaç haberin var mı? Akşam oluyor sen hâlâ sokaktasın. Burada ne yapıyorsun yoksa bu köpeğimi seviyorsun?” diye bağırıp, iyice sinirlenen adam kızgınlıkla çocuğun kolundan tuttuğu gibi çekiştirmeye başladı.

Sesten ürken köpek yaralı bacağını toparlayıp koşmaya çalışırken yine bacağı kanamaya başlamıştı. Sinan, köpeğin bu çaresiz kaçma isteğine üzülmüş fakat babasından korktuğu için peşinden gidememişti.

“Yaralanmış baba ne olur kızma! Yarasını temizledim sadece.” diye yalvardı babasına.

“Sen nasıl bir köpeğe dokunursun? Ben size söylemedim mi köpeklere dokunmayacaksınız diye? Hiçbir şekilde dokunamazsınız yaralı olsa bile anladın mı?” diye bağıran babasına:

“Anladım ama neden, bunun nesi kötü?” diye sordu sesi korkudan titriyordu çocuğun.

“Ne laf anlamaz çocuksun. Bizim mezhebimizin kurallarına göre bu böyle anladın mı?” diye bağırdı. Ensesinden tutarak eve soktu oğlunu.

Eve girdiklerinde annesi ve kardeşleri şaşkın ve korkmuş gözlerle onlara baktılar. Annesi Sinan’a, “Başına bir şey mi geldi oğlum bu ne hâl? Üstün başın dağılmış.” diye sordu.

Çaresizce bakan çocuk cevap vermedi.

“Sen çabuk banyoya sok şunu; soy geliyorum.” diye bağırdı adam karısına. Kadın denileni yaparken fısıltıyla ne olduğunu sordu. Çocuk annesinin kulağına yaralı köpeği söyledi. Dudaklarını buruşturan kadın, bir kelime bile edemeden kocası banyoya gelip “Sen çık” dedi.

Korkudan titreyen oğluna bakmadan suyu açtı. Isınan suyu başından aşağı dökmeye başladı.

“Şimdi abdest alacaksın. Ellerini yıkayarak başla. Suyu önce ağzına sonra burnuna çekeceksin. Üçer kere tamam mı?” diyerek tarif etti adam. Başıyla onayladı Sinan.

Telaşla söylenenleri yapmaya çalışıyor ne olduğunu anlayamıyordu. Bir köpeğe yardım ettiği için miydi tüm bunlar? Babasının öfkesi, bağırışları, onu sürüklemesi… Bir suç mu işlemişti? Düşünürken hata yapıyor babasının sesiyle irkiliyordu.

“Hadi şimdi burnuna çek suyu bir, iki, üç… İyice çeksene oğlum, burnunun direkleri sızlasın!” diye bağırıyordu adam.

Sırayla yaptırdığı işlemlerden sonra çocuğa havluyu verdi.

“Daha ergen olmadın ama gusül abdestini öğrenmiş oldun. Bu abdesti her gün alacaksın anladın mı? Köpeği tuttuğun için inanışımıza göre temizlenmen lazım. Tam kırk gün bunu yapacaksın kaytarmak yok.” dedi, sert bir ses tonuyla.

“Kırk gün mü? O kadar mı günah mı işledim de kırk günde temizleneceğim?” diye çekinerek sordu, sesi çok kırılgandı Sinan’ın.

“Bizim mezhebimiz haram kılıyor bir köpeğe dokunmayı. Bunu kafana sok. Kırk gün benim cezam sana.” diyerek banyodan çıktı babası.

Daha önce bir köpeğe dokunulmaması gerektiğini söylemiş miydi? Hatırlayamadı. Böyle bir eziyete maruz kalacağı söylenseydi kesinlikle unutmazdı.

Banyodan çıkarken kardeşlerinin bakışlarıyla karşılaştı. Ona bir suçlu gibi bakıyorlardı. Sessizlik içinde odasına girip giyindi. Gözlerinden akan yaşları havluyla sildi. İçinde kopan fırtınayla tüm vücudu ürperdi. Çaresi olmayan bir hastalığa yakalanmış da kırk gün sonra iyileşecekmiş gibi hissetti kendisini. Yatağın kenarına oturup örtüyü tırnaklarıyla deşeleyip durdu. Siyah köpeğin yarası yine kanamıştı ne haldeydi? Düşünmeden edemiyordu. Bir taraftan babasının söyledikleri diğer taraftan merhamet duygusu birbiriyle çatışıyordu.

Yemek saati geldiğinde annesi herkesi masaya çağırdı. Sinan odadan çıkıp masaya geldiğinde babasından gelen komut üzerine olduğu yerde donup kaldı. Yüzünde patlayan ses, sert bir tokat gibiydi.

“Kırk gün boyunca bizimle yemek yemeyeceksin, aynı masaya oturmayacaksın. Yemeğini mutfakta versin annen!” dedi, katı bir sesle. Bakışlar ona çevrilmiş yanakları utancından kızarmıştı. Babasına karşı gelmek istemiyordu ama dayanamadı.

“O kadar kötü bir şey mi yaptığım? Sadece yaralı…”

Sözünü bitirmesine müsaade etmedi adam.

“Sözümün üstüne söz mü söylüyorsun ne dediysem o. Bir daha ağzından o hayvanın adını duymayacağım.” Masaya elini vurarak söylemişti babası son sözlerini. Kimseden çıt çıkmıyordu. Sessizliği annesi bozdu.

“Gel evladım mutfağa gidelim.” dedi, üzgün bir sesle.

Ona bakan gözler eşliğinde annesinin peşinden gitti. Arkası dönük olmasına rağmen kardeşlerinin ona acıyarak baktıklarını biliyordu. Bu onu daha da kötü hissettirdi.

Yemek tabağına gözünü dikmiş bakıyordu. İştahı kaçmıştı. Gözlerine biriken yaşları kimse görmeden sildi. “Erkek adam ağlamaz!” diyen babasından bir azar daha yemek istemiyordu.

“Anne, ben çok mu günah işledim. Babam bana bu cezayı verdi?” diye sordu fısıltıyla, boğazına bir yumru oturmuştu.

Kadın, elinde tuttuğu tencereyi tezgâha bıraktı. Derinden bir iç geçirdi. Öyle içten, öyle masum sormuştu ki yüreği sızladı. Üzgün gözlerle baktı çocuğuna. Bir şey söylemeliydi fakat yavrusuna bir yara da kendisi açmamalıydı. Yeterince mahcup olmuş, utanmıştı. Annesi olarak kanatlarını iyice kırmamalıydı.

Sakin bir sesle, “Baban, bizim uygulamamız gereken ibadet ve inançlarımız hakkında çok titiz biliyorsun. Köpeklere dokunmamanız konusunda sizleri karşısına alıp konuşmalıydı. Senin bir çocuk olduğunu unutup yetişkin olarak gördüğü için sert davrandı.” diye cevap verdi kadın. Sinan annesine üstüne basa basa yine sordu.

“Sorduğum soruya cevap vermedin anne. Ben çok mu günah işledim?” dedi.

Kadın bocaladı nasıl anlatacağını bilemiyordu.

“Bu bir günah değil, tedbirli bir davranış diyebiliriz. Köpek bize göre necistir ona dokunmak yasaktır. Bunu küçük yaşta ve böyle bir olayla öğrendiğin için üzgünüm. Baban bunu sizlere daha iyi açıklayacaktır. Ben anlatmayı beceremiyorum, hadi artık yemeğini ye soğumasın.” diyerek konuyu kapatmaya çalıştı.

Bu soru kadını korkutmuştu. Çocuğunun günah kavramını takıntı hâline getirip hayatını yaşanmaz hâle getirmesinden ya da inancından tamamen kopmasına neden olmasından endişe duymuştu.

Kendini zorlayarak yediği birkaç lokma boğazında takılıp kalmış yutamıyordu Sinan. Masadan kalkıp odasına gitti. Boşluğa düşmüş, birdenbire herkese her şeye yabancılaşmıştı.

Yatağına yattığında; her gece şakalaşarak uyuduğu kardeşleri, ağabeyi birden yabancılaşmış, sus pus olmuşlardı. Hepsi uyumadıkları halde uyur gibi yapıyorlardı. Konuşma yasağı olmadığı halde ne çabuk onu dışlamışlardı. Kardeşlerine kırıldığı ilk andı ve içinden kopan bir şeylerin artık sonsuza kadar dolmayacağından korktu. Eskisi gibi yanlarına yaklaşamayacak, oyun oynayamayacak, hatta dövüşemeyeceklerdi. Bugün aralarına bir duvar örülmüştü. Hüzünlenerek yorganı başına çekti. Kırk gün nasıl geçecekti. Yine de yaralı köpeğin nasıl olduğunu düşünmeden edemedi.

Okuldan eve, evden okula gidip gelen Sinan gitgide yalnızlaşmış içine kapanmıştı. Babası işten gelince ona gusül abdestini kendisi aldırıyordu.

Yemeğini ayrı yiyen çocuk ailesi tarafından dışlanmış, hor görülen biri haline gelmişti. Bir tek annesi vardı onu hakir görmeyen. O da olmasa dayanılacak gibi değildi. Çocuk olduğunu unutan babası hâlâ ona kızgındı. Karşına alıp konuşmak yerine sürekli yasaklardan, bahsediyordu. Dünyada bir tek suç işleyen sadece kendisiymiş gibi bir tek ona karşı imalı konuşmalar yapan babasından gittikçe uzaklaşıyordu.

Gün geçtikçe ruhunun parçalandığını hissediyordu. Aralarında oluşan duvar kalınlaşıyor, ulaşılmaz bir hâl alıyordu. Kısa ve soğuk konuşmalar, alaycı gülüşlerle yapılan şakalar canını sıkıyordu. Aşağılayarak eziyorlardı çocuğu. Bu duygu onda öfke ve isyan duyguları oluşturuyordu fakat annesi onu bağrına bastıkça sakinleşiyordu.

Ağabeyinin, “Hem günah işliyor hem babam banyo yaptırıyor. Ooo keyfe bakın,” deyip, kinayeli konuşmaları öfkelenmesine sebep oluyordu. Yine de büyüğü olduğu için ses çıkarmıyordu.

Daha altı ay önce kurban bayramında; kesecekleri keçinin yularını babası ağabeyine vermiş, hep beraber kesim yerine doğru gidiyorlardı. Keçi, her inat edip durakladığında babası ağabeyine bir tokat atıyordu. Herkes alay etmiş ve gülmüştü. Yüzü kızarmış ağabeyinin mahcubiyetinden nasıl utandığını hatırlıyordu.

“Hz. İsmail gibi sabırlı ve teslimiyet içinde olacaksınız.” demişti babası. Ama hiç kimse onu dışlamamış, konuşmamazlık etmemişti. Yaşadığı olayı unutup; şimdi onunla alay eden vurdumduymaz gibi davranan yine oydu.

Evin büyük çocuğu olduğundan yaptığı davranışlar kardeşlerine örnek oluyor, Sinan’a tavır alıyorlardı. Yalnızlık, yüzleştiği en büyük acıydı. Bu okul yaşantısına da yansıyordu. Tek başına geziyor, oturuyor, yemek yiyor ve yürüyordu. Cebinde taşıdığı misketlerle oynuyor onları güneşe tutup renk ahenklerini seyrediyordu. Şeffaflığın içinde ışıldayıp oynaşan mavi renk sanki bir okyanusa benziyordu. Sonsuzluğa doğru yüzdüğünü hayal ediyordu.

Yağmurlu havalarda; bahçede topraktan çamur yapıp arabalar, masalar, evler yapıyordu. Kendine yeni bir dünya kurmaya çalışıyordu Sinan. Okul kütüphanesine gidip kitaplar alıyor, okurken dünyadan uzaklaşıyordu.

Bir gün kendisinden bir yaş küçük kardeşi yanına gelip: “Oynayalım mı?” diye sorduğunda şaşırmış, başını hayır der gibi sallamıştı.

“Küs müyüz? Seninle oynamayı özledim. Babam kızar diye yanına yaklaşamadım.” dedi içli bir sesle.

“Seni görmesinler yine kızarlar.” deyip eliyle git işareti yaptı Sinan.

Kırk kırık gün; dışlanılmış, cüzzamlı gibi davranılmış, çocukluğu soldurulmuş gecesiyle gündüzüyle yaşanan onca gün. Hayatının sonuna kadar etkisinden kurtulamayacağı bu zaman dilimi sona ermek üzereydi. Dışlanmaktan ve bir vebalı gibi kendisinden uzak duranlardan iyice soğuyan Sinan telafisi mümkün olmayan duygular içindeydi.

O gün geldiğinde babası artık aile bireyleriyle yemek masasına oturabileceğini söyledi.

Sinan eskisi gibi değildi. Ayakları geri geri gitmek istese de denileni yaptı. Titreyen elleriyle ne çatalı ne de kaşığı tutamıyordu. Bir yabancının misafirliğe geldiği gibi herkes gözünü ona dikmiş bir hata yapmasını bekler gibiydiler.

Gözlerinin ışığı sönmüş, güler yüzüne perde inmişti. Kırılmış, parçalanmış bir eşya bile sağlamlığını yitirmişken bir insan olarak ruhunu, benliğini nasıl toparlayacaktı. Diğer çocuklar kadar kaygısız ve içli olmamalıydı ama yapamıyordu. Olayları yaşına göre fazla irdeliyor ve ağır yaşıyordu.

Ruhuna aldığı darbeyle başa çıkmak için yıllarca mücadele eden Sinan mesleğini eline aldığında başka bir şehire gitti. Ailesinden uzakta yaşamak ona zor gelmemişti.

Annesine kıyamadığı için bir bayram, iznini baba evinde geçirmek için gelmişti.

Evin içi bayram yeri gibiydi. Babası her zaman olduğu gibi o değişmez kahverengi kadife koltukta oturuyordu. Oltu taşından yapılma tespihini okşarcasına çekiyordu. Bütün aile mutlu ve keyifli gözüküyorlardı. Birbirlerine bağlılıkları, samimi ve içten şakalaşmaları ciddiyetini her zaman koruyan babalarıyla sohbet etmeleri imrendiriciydi. Bir tek Sinan onlara uzak, salondan her an çıkacakmış gibi kapı ağzında oturuyordu. Bakışlarını ayakucuna dikmiş dalgın dalgın bakıyordu. Taş atılmış da halka halka açılmış bir gölün dalgalanışını gördü, yeşil halının desenlerinde. Bulunduğu ortamdan kaçmak istercesine gördüğü bu hayale sığındı. Şimdi, yıllardır içinde biriktirdiği çakıl taşlarını atıyordu suya. Yalnızlığını, kederini, aile fertlerinden tek tek kopuşunu usulca bırakıyordu bu berrak suyun ahenkli hareleri arasına.

Sonra babasının yüzüne baktı. Çehresini inceledi. Kardeşleriyle tebessüm ederek konuşan adam onlara karşı mesafeli değildi.

“Eğer çocukken yaşadıklarım olmasaydı ben de onlar gibi olabilirdim.” diye içinden geçirdi. “Daha sıcak, daha içten ve babamın dizinin dibinde oturan biri olabilirdim.” diye düşündü içlenerek. Yine halının desenleri arasında gördüğü gölün sakin sularına daldı gitti.

Omuzuna dokunan elle kendine geldi. Bir sorgulama içindeyken çocukluğuna gitmiş yaşadıkları bir bir gözünün önünden geçmişti. Annesi şefkatle dokunmuştu her zaman yaptığı gibi. Yine tam zamanında gelmiş ve onu kurtarmıştı düşüncelerinden.

“Halıya bakmaktan yorulmadın mı? Biraz çabalasan, kurtulsan geçmişten belki bu soğukluk geçerdi,” dedi annesi, yumuşak ferahlık veren sesiyle.

“Çabalıyorum.” diye cevap verdi annesine.

Yemekte sorulanlara kısa cevaplar verdi. Annesinin hatırına gülümsedi. Babasına sağlığıyla ilgili birkaç soru sorup buzları eritmek için bir adım attı ama gözlerine bir türlü bakamadı.

Akşam olmak üzereydi. Yürüyüş yapmak için dışarı çıktı. Taze çiçek kokuları sokağı sarmıştı. Hafifçe esen rüzgâr yanağına dokunarak geçti. Kırk günün kırk yıl gibi geçtiği çocukluğuna, evine, sokağına şöyle bir baktı. Balkondan el sallayan annesine karşılık verdi. Derin bir nefes alarak baharın kokusunu içine çekti. Yıllara tanıklık etmiş meşe ağacı hâlâ aynı canlılıkla duruyordu. Bir süre ağacın ihtişamına baktı. Etrafına dökülen pelitleri toplamaya çalışırken bacaklarına dokunan bir şey hissetti. Arkasına dönüp baktığında kara gözleri ıslaklıktan yapış yağış olmuş, siyah bir köpekle karşılaştı. Bacağı yaralanmış kan akıyordu. O an ne yapacağını bilemedi Sinan, şaşkındı. Tarih, yeniden tekerrür mü ediyordu? Yoksa bu bir yanılsama mıydı?

Gözleri gözlerine kilitlenmiş acı çektiğini anlatmaya çalışan bakışlara baktı. Başını bacaklarına değdirerek yardım isteyen haline ne yapacağını bilemedi. Olduğu yerden kıpırdayamayan Sinan’ın içinde fırtınalar koptu. Gözlerini kapatıp bekledi. Bu gerçek miydi? Hâlâ inanmakta zorlanıyordu. Zihninin bir oyunu olup olmadığını anlamak için dokunmalıydı.

Sessiz sedasız bir bekleyişle, başını ayaklarının üstüne koyan köpeğe doğru eğildi.

Elini başına koyduğunda varlığını hissetti. Kafasını kaldıran hayvanın buğulu gözleri, öyle masumdu ki sanki yalvarıyordu. “Sen gerçeksin, bu bir yanılsama değil.” dedi.

O an her şeyi unuttu Sinan.

Telaşla, “Yarasını temizlemeliyim.” dedi cebinden mendilini çıkarırken.