KIRMIZI MÜREKKEP
Öykü: Gül Tanrıverdi
Bugün keyifsiz günümdeyim çalışmak istemiyorum. Masamda bir yığın iş var onlar bana, ben onlara bakıyorum. Elim kolum kırılmış gibi, eve gidip dinlenmek istiyorum. İzin almayı düşünüyorum fakat şimdiye kadar izin kullanmadım. Şefim aksi bir kadın, kolayına izin vermez. Bu yüzden cesaretim kırılıyor. Başım önümde çalışır gibi yapıyorum. Ama yok, çalışamıyorum içimde garip bir huzursuzluk var çıkıp gitmek istiyorum. Bütün cesaretimi toplayıp izin almak için, Şahika hanımın odasına gidiyorum. Kapıyı çalıp giriyorum kahvesini yudumluyor. Bana bakıp sert bir bakış atıp ne istediğimi soruyor. Zor belâ birkaç kelimeyle izin istiyorum. Önce uzun uzun bakıyor yüzüme sonra “tamam izinlisin” diyor.
Odadan çıktığımda, kalbim duracakmış gibi çarpıyor izin istemek ne zormuş. Derince soluklanıyorum Şahika Hanım vazgeçmeden çıkmalıyım. Hemen masamı topluyorum çantamı aldığım gibi çıkıyorum.
— Oh dünya varmış, temiz hava iyi geldi.
Otobüs durağına gidebilmek için üst caddeye çıkmalıyım. En kestirme yolu seçiyorum iki apartman arasından açılmış dar sokaktan geçiyorum. Köşeyi döndüğümde karşı caddede durak görünüyor öğlen saatinde bile kalabalık. Karşıdan karşıya geçiyorum. Duraktayım, kalabalığın arasından otobüsün numarasını rahat görmek için, kaldırımda beklemeye başlıyorum. Ne zaman otobüs beklesem gelmez ama bakıyorum otobüs geliyor.
— Şanslı günümdeyim herhalde, kesinlikle şanslı günümdeyim. Yoksa Şahika Hanım hayatta izin vermezdi.
Baktım otobüs çok kalabalık değil, tıklım tıklım olmayınca bir otobüs boş bile geliyor büyük şehirde yaşayanlara. Oturacak bir yer bulurum ümidiyle hemen biniyorum ilerlemeye başlıyorum “boş bir yer var mı?” diye bakınıyorum.
— Orta kapının ilerisinde var. Biri oturmadan ulaşmalıyım.
Neyse ki benden önce biri yetişmedi. Otobüsün hareket etmesiyle koltuğa savruluyorum. Yanımdaki kadının omuzuna çarpıyorum. Özür dileyerek gülümsüyorum, kadın da, “olur böyle şeyler” deyip gülümsüyor. Etrafıma şöyle bir bakınıyorum ayakta birçok insan var ama içlerinden biri gözüme takılıyor. Karşımda ayakta duran kırmızı mantolu kadın, sarı saçları mantosunun omuzlarına dökülmüş. Gözlerim ona takılı kalıyor ama kadının haberi yok dışarıya bakıyor. Baktıkça kırmızı beni içine çekiyor.
Hayatımda hiç kırmızı bir şey kullanmadım. Oysa karşımda duran bu kadına, ona ait bir renkmiş gibi yakışmış. Gözlerim, kırmızıya dalıyor yok dalmıyor sanki rengin içinde eriyor. Sandıktan çıkan mektup gibi beni içine çekiyor, baktıkça rengin içinde kayboluyorum. Birden ilkokula yeni başladığım günlere gidiyorum.
Babam masanın başında oturmuş bana sesleniyor.
— Leylâ gel bakalım yanıma otur.
Benim için de yanına sandalye hazırlamış bekliyor. Gidiyorum, eliyle “otur” işareti yapıyor. Usulca oturup babamı seyrediyorum. Öğretmenim gibi dikdörtgen kartonlar kesiyor. Bana dönüp,
— Şimdi sana yeni fişler hazırlayacağım. Bunların üzerinde çalışacaksın anlaştık mı?
— Anlaştık baba.
— Çalıştıktan sonra beraber tekrar edeceğiz.
— Tamam.
— Güzel. Başlayalım o halde.
Babam dolma kalemini çıkarıyor mürekkep şişesinin kapağını açıyor. Dolma kalemine mürekkep dolduruyor sonra şişenin kapağını kapatıp itinayla kenara koyuyor.
Dikdörtgen kesilmiş küçük kartona yazmaya başlıyor. Onu dikkatle seyrediyorum. Kalemden çıkan renk beni şaşırtıyor. Öğretmenimi, bu renkte yazarken görmemiştim. Kırmızı mürekkep, babamın yazısıyla ne kadar güzel görünüyor. Aynı öğretmenim gibi çok güzel yazıyor. Hayranlıkla babamı seyrediyorum. Yazmayı bitirip bana dönüp gülümsüyor.
— Hadi oku bakalım.
— Çok güzel.
— Anlamadım ne güzel?
— Yazın çok güzel baba, kırmızıyla çok güzel gözüküyor.
Babam gülümsüyor.
— Şimdiden kaytardın bakıyorum.
— Tamam, okuyorum “Ali top at” oldu mu?
— Oldu aferin, artık yeni fişlerin oldu arkadaşlarınla beraber çalışırsınız.
— Kırmızı fişler çok güzel. Ben de senin güzel yazabilecek miyim?
— Tabi yazacaksın.
Dalıp gidiyorum o günlere, oysa hayatım boyunca babam gibi güzel yazamadım. Bir akşam beni yanına çağırıp, artık başka evde oturacağını ama hiçbir zaman beni bırakmayacağını söylediğinde, çocuk kalbimin duracak gibi olduğunu kimseye söylemedim.
Pencere önünde gizli gizli gelmesini beklediğimi de söylemedim. Giderken bana verdiği dolma kaleme hiç dokunamadım. İçinde kurumuş kırmızı mürekkebiyle bekleyen dolma kaleme…
Otobüsün fren yapmasıyla kendime geliyorum. Camdan dışarı baktığımda evime yakın durağı geçmişim. Ayağa kalkıp kapıya doğru ilerliyorum. Kırmızı mantolu kadının yanına geldiğimde,
— Oturmak isterseniz yer boşaldı.
Kadın yavaşça ilerleyip kalktığım yere oturuyor. Düğmeye basarak otobüsün durmasını bekliyorum durağa gelince kapı açılıyor fakat tam inecekken parmağıma bir şey batıyor. Aceleden bakmıyorum indikten sonra bakıyorum ki birkaç damla kan parmağıma yayılmış. Çantamdan mendil çıkarıp siliyorum başka zaman olsa mikrop kapar mı? Diye umursardım ama bugün umursamıyorum. Gökyüzüne bakıp içime derin bir nefes çekiyorum fakat düşünceliyim. Hafifçe yağmur atıştırmaya başlıyor, bugün içimde kabaran bu sıkıntı işten kaçarcasına çıkışım, otobüste bu kadına rastlayışım, inerken parmağımın kanaması sanki uyarı gibi geliyor. Birden karar veriyorum eve gidince ilk işim yıllardır sakladığım dolma kalemi çıkarmak ve artık babamla ve kırmızı renkle olan dargınlığıma son vermek…
Yağmurun yağmasına aldırış etmeden eve doğru yürümeye devam ediyorum. Eve vardığımda çantamı ve paltomu kenara fırlatıp odama geçiyorum. İyice ıslanmış olmama rağmen üşütüp hasta olurum kaygısı taşımıyorum. Heyecanla kitaplığımın alt çekmecesinde yıllardır bakmadan sakladığım kutuyu çıkarıyorum. Kutu toz içinde güzelce silip açıyorum. Babamdan gelen mektuplara ve dolma kaleme bakıyorum.
Dolma kalemi elime aldığımda düşündüğüm tek şey babama mektup yazmak. Ondan hatıra kalan bu kalemle, yine ona mektup yazmaya karar veriyorum. Hemen bir kâğıt çıkarıyorum üst çekmeceden, bir de kırmızı mürekkebim olsaydı ne güzel olurdu!
Fakat yok! Siyah mürekkebi doldurup mektubu yazmaya başlıyorum. Uzunca bir mektup oluyor yılların verdiği özlemi boşalttığım satırlar kalbimin hırçın sularını durultuyor.
Mektubu zarfa koyup hazırlandığım sırada uzun uzun zil çalıyor. Çalıştığım için gündüz kimse gelmezdi. Kapının deliğinden bakıyorum kimse görünmüyor. Zil yine çalıyor otomatiğe basıp kapıyı açıyorum. “Yanlışlıkla basılmış olmalı.” Tam kapıyı kapatacakken merdivenden birinin çıktığını görüyorum. Sırtını gördüğüm kişi tanıdık biri mi? Merdivenler bitip yüzü bana dönünce otomatik ışık sönüyor. Lambaya doğru el sallıyorum nihayet yanıyor. Gelen kişiyle yüz yüze geliyoruz. Yıpranmış bu yüz çok tanıdık. Gözleri gülüyor.
— Leylâ ne kadar büyümüşsün ama değişmemişsin. Diyor.
Şaşkınlıktan küçük dilimi yutmak üzereyim. Gelen adam o… Heyecandan ateş basıyor bedenimi. Elimde mektup karşımda babam…
— Baba gerçekten buradasın değil mi? Hayal görmüyorum.
— Beni içeri almayacak mısın? Diyor gülümseyerek.
İçeri buyur ediyorum.
— Beni içeri almayacaksın diye bir an ödüm koptu.
Susuyorum gözlerimi ona dikmiş bakıyorum. Sonra,
— Hoş geldin… Hoş geldin babacığım. Sarılıyorum… Sarılıyoruz.
— Kırmızı mürekkepli fişleri hatırlıyor musun baba?
— Yaşlandım artık hatırlamıyorum. Nereden geldi aklına?
— Bugün aklımdan geçti bana yazdığın kırmızı mürekkepli fişler ve sana… Neyse önemli değil şu an önemli olan burada olman.
Artık mektuba gerek kalmamıştı. Belki bir gün okuması için veririm diye mektubu kutuya koyup kaldırdım. Keyifsiz başlayan bir gün güzel bitmişti.