MERVE
Öykü: Sevda Deniz K.
İsmim Merve. Tekrar söylüyorum. Ben hasta değilim.
Aylar önce yağmur yağarken terk ettiğim şehir; kasvetli bir hava, insanı üşüten yağmurlarla karşıladı beni. Oysa hiç böyle hayal etmemiştim dönüşümü…
Annemin -tam da düşündüğüm gibi oldu- verdiği ilk tepki, “Hangi yüzle geldin buraya!” demek oldu. Aldırmadım. Neredeyse annemi iterek içeri girdim, Burası benim doğup büyüdüğüm -edepsiz damgasını yediğim talihsiz bir olayın ardından amcamın yanına Bursa’ya gönderilmiştim- evimdi. Üst kata çıkmak için salondan geçmem gerekiyordu. Korku perisi –çocukken takmıştım bu ismi ona- teyzemle –sevgi ve merhamet ondan utanır ve saklanırdı. Cehennem hikâyeleri ise bu yaşı kırkı geçtikten sonra iyice huysuzlaşan kadını çok severdi- odada göz göze geldik. Oturduğu yerden fırlarken ayağı binlik tespihine dolandı ve düştü. Önce -saniyeleri saymaya başladım- sessizlik ardından keskin bir çığlık evi doldurdu. “Uğursuz!”
Uğursuz! Binlerce kere duymuşluğum vardı o sözü teyzemden. Sevmek için sebep bulamayışım benim melek olmuş halama dil uzatmasından ve her fırsat bulduğunda, “Görürsünüz bu kız da halası gibi yosmanın teki olacak.” demesi yüzündendi. –halamın tek suçu üniversiteye gitmesi ve annem ve teyzem gibi giyinmeyi kabul etmemesiydi. Okul dönüşü takıntılı bir adamın silahından çıkan bir kurşunla öldüğünde teyzemin gözlerinde bir damla yaş bile görmemek onun o taş kalbi beni ondan ölümüne soğutmuştu- “Kes sesini cadı,” dedim cesaretle. Sus pus olan teyzeme bakmadan üst kattaki odama yöneldim. –tabi hâlâ bana ait bir oda kaldıysa- O sırada annem, teyzemle ilgilendiği için peşimden gelmedi.
Odada, her hatırladığımda içimi karartan kasvetli hava yerine pembe bir meltem okşadı yüzümü. Ardından sarı uzun saçlı güzel genç bir kadın ve şirin bir kız karşıladı beni. Süt ve bebek kokan odanın eşyaları da pembe ağırlıklıydı. Dilimde şeker tadı orta yerde şaşkın kalakaldım. Genç kadın da gözlerini hayrete düşmüş insanların yaptığı gibi iri iri açarak bana bakıyordu o sırada. Bir müddet ikimizde birbirimize söz söylemeyerek bekledik. İlk konuşan o oldu. “Merve!” Sesi, kırk yıllık dostuyla karşılaşan birinin ağzından çıkar gibi sıcacıktı.
“Cennet kokusu taşır bebekler,” dedi Semra, Selin’i kucağıma verirken. -bebeğin adını, kendi adını, bu eve gelin geldiğini, bana hangi cümlelerle ne ara anlatmıştı. Biz kopan bir bütünün iki eşit parçasıymışız birbirimizle tamamlanmışız ve ikiz kardeş gibi bundan sonra hiç kopmayacak bir sevgi bağıyla bağlı kalacağımızı da anlamıştık- O kokuyu içime çektim. Kollarımda -pembe beyaz teni, yumuk yumuk elleri, sanki anlıyormuş gibi akıllı bakışlarıyla- tuttuğum o minicik beden yüreğimi de hafifletmişti.
Annem, peşimden yukarı kata beddualar ve hakaretlerle gelir de yine kolumdan tutup sürükleyerek –arka bahçede beni okuldan bir arkadaşımla el ele tutuşurken görmüştü ve kopan kıyametin ardından başka bir şehre amcamın yanına göndermişti- sanki eski bir eşya ya da çöpmüşüm gibi beni kapının önüne koymaya çalışır diye bekliyordum. Fakat düşündüğümün aksine ne annem ne de teyzem geldi yanımıza. Zaten o çaresiz genç kız yoktu artık karşılarında. On sene sonra böyle aniden hiç haber vermeden gelirken her şeyi göze almıştım. Kovulsam da gitmeyecektim. Bu ev benim de evimdi.
Kelebek figürlü tokamı Semra’nın saçında –demek benden iz taşıyan bir şeyler vardı bu evde. Varlığımı onaylayan beni seven birileri– görünce; geçmişime, içimde düğümlenen, annemin, “Kime bakıyorsun? Kapat perdeyi! Işığı da açmışsın kendini mi sergiliyorsun! Seni bir daha pencerenin önünde otururken görmeyeyim!” dediği ve yerin ayaklarımın altından kaydığı o zamana döndüm. Ben itiraz etmek için ağzımı bile açamadan yüzümde patlayan anne tokadının şiddetiyle kolumu koltuğun tahtasına çarpıp yere düşmüştüm. O sıralarda her gördüğümde heyecanlandığım karşı apartmandaki –kelebekli tokayı bir sabah okul yolunda, “Pembe kelebek siyah saçlarına çok yakışır.” demiş sonra da benim ne diyeceğimi beklemeden saçıma takmıştı- delikanlının acıma dolu bakışının beni nasıl ezdiğini de hatırlayarak o utancı yeniden yaşadım. O ân, içimde sonrasında olacak kaç kat düğümün birincisiydi. Ve ben Allah’ın zavallı kulu, çözmeye çalıştığım –ama daha da karıştırdığım– düğümlere yaşadığım süre boyunca devamlı yenilerini ekleyerek üstüne bir de kendime acıyarak yaşamıştım.
Akşama doğru geldi abim. Beni karısı ve kızının yanında böyle birden karşısında görünce olduğu yerde hareketsiz, şaşkın kaldı. Beni hep beklediğini ama geleceğime olan inancını yitirdiğini fakat beni sevmekten hiç vazgeçmediğini göstermek ister gibi baktığını sandım. Ya da ben öyle söylemesini umut ettim. Ben de söylemek istediklerimi ona susarak anlatmaya çalıştım. Hâlimden anlasın istedim. Ben bırakıldığı yolun ortasında kimsesiz kalan bir çocuk gibiydim. Düştüğümde kanayan dizleri yüzünden suçlanmış attığı her adımın hesabı istenmiş ve yaramazlıkları yüzünden cezalandırılmış kötü bir çocuk. Abime, “Hayatım karışıp da inancım yara aldığında sen beni tutmak için çok uğraştın ama ben seni de ardımda bırakmak zorunda kaldım.” demek isteyerek baktım. Fakat içimdeki zehirle onu da öldürmek istemediğimden konuşmadım. Zaten sarılması ve dokunuşundaki şefkat beni affedeceğine inanmam için yeterliydi. Yalnız değildim artık.
Şimdi, Semra’nın kolunda tatlı tatlı gevezelik eden abimin yanında yürüyorum. Benimle ilgilenmiyormuş gibi görünüyorlar ama bütün dikkatleri benim üzerimde. Semra, arada bakışlarıyla beni kontrol ederken ne düşündüğümü de anlamaya çalışıyor. -fırsatını bulduğum anda onları atlatıp eve dönmeyi düşünüyorum- Doktora gitmeyi, ısrar etmelerinden bıktığımdan ve daha fazla üzülmesinler diye kabul etmiştim. Uykumdan çığlık atarak uyanmam, kendi kendime konuşmam, uzun ağlama krizlerim ve bazen hiçbiriyle karşılaşmamak için günlerce odamdan çıkmamam yüzündendi beni deli sanmaları. Her gün defalarca aynı cümleler. “Doktora gitmelisin Merve!” Ardından, “Bir uzman yardımı olmadan içinde bulunduğun -neyin içinde olduğumu düşünüyorlar acaba- bu durumu atlatamazsın.” Benim cevabım ise hep aynıydı. “Ben ne hasta ne de deliyim. Beni rahat bırakın!”
Çığlık atarak uyanmamın bir sebebi vardı. Bilal ile ayrıldığımız ânı her gece rüyamda tekrar tekrar aynı gerçeğinde olduğu gibi yaşamam. -lale mevsiminde yıldız parkının en güzel yerlerinden birinde çiçek kokuları ve kuş cıvıltıları arasında terk edilmiştim. Yorulduğunu söylemişti. Uzattığı eli bir türlü tutamayışımdan usanmıştı. İstemeden de olsa kırdığım kalbinin acısını, kalbinde olan ben olduğum için dolayısıyla kendimi kırdığımı söylemişti. Onun sade ama sevgi dolu bir dünyası vardı. Sarsılmaz inancı ise Bilal’i zorluklar karşısında parçalanmaktan alıkoyuyordu. Hırçınlıklarım, isyanlarım, kabuğunu koparmakta ısrar ettiğim yaralarım karşısında Bilal’in de nihayetinde sabrı taşmıştı. “Ayrılmıyoruz ama bıktım senin içindeki o ikna olmayı bilmeyen öfkeli kızdan.” dediğinde artık son noktaya geldiğimizi anlamıştım. “Evine geri dönmeli ve hem kendinle hem de ailenle yüzleşmelisin. Aslında senin kavga ettiğin Rabbin bunu anlamanı bekleyeceğim. Sonrasını zamana bırakalım sonra yine belki…” demişti son söz olarak. Ne derse desin beni bırakmış ve benden vaz geçmişti. Hâlâ kabullenemediğim bu gerçek en fazla geceleri canımı yakıyordu. Bazen her şeyi unutarak gayri ihtiyarı elim telefona gidiyordu. Ve her defasında odamın sessizliği içinde Bilal’in yokluğunun acısı ile kalakaldığımda artık iyice katılaşan kalbimin ağırlığıyla eziliyordum. Bu bir başınalık beni herkesten ve her şeyden öteye yaşamın dışına atılmış gibi hissettiriyordu. O zaman ölümü düşlüyordum. Yaşamak sadece toprağın üstünde gezinmek olsaydı eğer bana yaşamam için dayatılan hayatın ruhumu aldığını da hissetmezdim. Ölmek de manasızdı Bulunduğum yerde sıkışıp kalmıştım. -oysa benim içimdeki yıkıntıların, harabelerin ortasında, bu yaşayan ölülerin şehri olan göğsümde tek bir nefesim vardı. Bilal. Her soluk alışında kendi canından can veren yarenim. Onun nefesiyle yaşamaya çalışıyordum ona tutunarak onu severek. Sonra gecenin ortasında başlayan ve saatler süren ağlama krizleri…
Beraber çalıştığımız aylar boyunca Bilal’in her hareketini dikkatle izlerdim. Sorunlar karşısında -hastane idarecilerinin çıkardığı zorluklar, bazen hasta yakınlarına bir türlü laf anlatamadığımız durumlar ve yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen nasıl böyle isyansız olabildiğine şaşarak- Onun davranışlarına ve sözlerine sinen Allah’a olan tam teslimiyeti, beraberinde sabrı da getiriyordu. Bilal de ailesini Anadolu’nun küçük bir kasabasında bırakarak büyük şehre üniversite eğitimi için gelen gençlerden biriydi. Onu genelden ayıran ise kurduğu düzen ve yaşamına sahip çıkabilmesiydi. Onun ezan sesiyle hastanenin mescidine inişine gıpta ederek bakardım. Bilal’in bu huzurlu ve etrafına da sükûnet veren hâli kırıksız, sağlam bir kalple büyütülmesinden olmalıydı. Anne ve babasının fotoğraflarından taşan sevgilerini ise ben bile okuyabiliyordum. Bilal bazen, “Namaza gelir misin?” diye beni incitmekten korkarak sorardı. Heveslenirdim ama yine o düğümlerden biri ayağıma -annemin sabah uyanmadığım için attığı tokatlardan birinin ağrısı- dolanırdı.
Yaşadığım süre boyunca bana öyle geliyordu ki ben hep yaşamak denilen eylemin dışında -her şeyi sadece seyrederek- duruyordum. Durduğum yerde ise her şey darmadağınık ve sonsuz parçalar hâlindeydi. Hiçbir duygu ve hiç kimse benimle tamamlanmadan hayatımda yer edinmeden yanımdan geçip gidiyor gibiydi. Sevmenin koşullu olduğu, güvenin olmadığı ailemde, boyalarımın rengi tuvale akmadan solduruluyor, dinlediğim şarkılara cehennem zebanilerinin sesi eşlik ettiriliyordu.
“Bilal’i özlemek iyi geliyor bana aslında.” diyerek konuşmaya başladım. Doktor hanım, başlarda yüzünde anlayışlı ama sıcaklıktan uzak profesyonel bir ifadeyle beni dinliyordu. Maksadım üstün körü bir şeyler anlatıp akıl sağlığımın yerinde olduğunu göstermek ve böylece abimin ve Semra’nın içini rahat ettirmekti. Ama kelimeler bana ait değil de kendi başına buyrukmuş gibi birbirinin peşinden sabırsızca ortalığa dökülüyorlardı. Dakikalar sonra doktorun da tavrının değişmeye başladığını –yüzünü iki elinin içine alarak ve hafif öne eğilerek tüm dikkatiyle beni dinlediğini, hatta anlattıklarımın bir karşılığının da kendi hayatında var olduğunu anlatan bir ifade takındığını– gördüm. Doktorumun anlattıklarıma bu kadar ilgili oluşu kendi varlığını unutarak sadece bana odaklanması ise daha fazla içimi açmak için oldukça güven vericiydi.
Bir saatin sonunda doktor hanımın yanından ayrılırken anlatılmayı bekleyen ama şimdilik yarım kalan hikâyemi tamamlamak üzere geri geleceğime söz verdim. Merak ve endişe ile bekleyen abime ve Semra’ya da yine aynı sözü ama bu sefer daha fazla kendimden emin olarak tekrar ettim. “Demiştim size ben ne hasta ne de deliyim.”