SUSMAK; KÖRLÜK ve KIRMIZI

SUSMAK; KÖRLÜK ve KIRMIZI

Öykü: Sevda Deniz K.

Ben de vardım.

İlk sesi yakaza hâlinde, yatağında sağa sola dönerken duydu. Yastığından anlamsız sesler geliyordu.

Pa pa pa pa pa pam pam pa paaaaaa paaaaaam pa pa…

Aldırmadı. Uyku ile uyanıklık arasında duymuştu. Tekrar derin bir uykuya daldı. Uyandığında ne sesi ne de rüyalarını hatırladı. Her zaman yaptığı gibi penceresini açtı. Gökyüzüne bakarak içine derin bir nefes çekti.

Fıııııııııuuuuuuuuuuu fııııııııııııuuuuuuuf  fuuuuuuuuuuıııııııııv…

Islığa benzeyen uğultuyu duyunca, sabahın köründe duyduğu sesi hatırladı. “Tövbe, tövbe! Ne oluyor böyle?” diye söylendi.  Annesinin, “Kahvaltı hazır. Hadi sofraya,” diye çağırması üzerine odasından çıktı. Oflaya puflaya banyoya gidip yüzünü yıkadı. “Her sabah niye o sofraya oturmak zorundayım ki…”

Babası çayını yudumlarken yarı alaylı bir ses tonuyla, “Merak ediyorum ne zaman uyanacaksın?” diye sordu. “Ne uyuması!” diye diklenecek oldu ama çay kaşığından gelen sesle irkildi.

Şişt şişt şişt şi şi şişşşşt şiiittttttşişit şiiiiiiiiiştttt…

“Siz de duydunuz mu o sesi?” diye sordu ama bir cevap alamadı. Anne ve babasının –ailesinin- yüzüne kendi yaşadığı şaşkınlığı görmek isteyerek baktı. Hiçbir tepki yoktu. Keyifle yemeğe devam ediyorlardı. Ablası, yüzüne ters ters bakarak, “Ne demeye çay kaşığını masaya vuruyorsun!” diye bağırdı. Kardeşi de lafa atladı hemen, “Sanki bilmiyor musun abla onun ne kadar düşüncesiz olduğunu. Az önce banyonun kapısını nasıl çarptı.” Babası durur mu, o da karıştı söze, “Evde kendisinden başka yaşayan yok ya! Saygısız işte.”

Sinirle kalktı yerinden. Sandalyesini hırsla çekti. Tekme atmamak için kendini zor tuttu. Annesinin hüzünlü bakışlarını görmek de canını iyice sıktı. “Tek bir cümle söylesen anne. O zaman beni gerçekten sevdiğine inanırdım belki,” diye düşündü. “Çıkıyorum, aman keyfiniz kaçmasın.” dedi ve on dakika içinde giyinip çıktı. Çıkarken her sabah yaptığı gibi halısının üzerinde yaşayan taçlı prensese, “Seni seviyorum. Gelene kadar beni özle.”  dememişti. Ailesi, hırsla yere bıraktığı ayakkabılarının sesini, arabasının kapısını hoyratça çarpmasını, içlerinden söylenerek dinlediler. Birisi bir kelime etse hepsinin keyfi iyice kaçacaktı. Duymamış gibi yapmak daha iyiydi. Havadan sudan konuşarak kahvaltılarını etmeye devam ettiler.

Lilalili liiiiippppiii layyyyyyyylili  leeeeeeeeeeeeeeiiiiiioooooooo…

Baaaaaaanbaaamm b aba bammm b aba bammmmm…

Yolda, sanki arkasında fısıltıyla konuşan birileri varmış gibiydi. Arabasından kendini nasıl dışarı attığını bilemedi. Cesaretini zor da olsa toplayıp geri döndü. ‘Ödleğin, aptalın biri olduğumu söyleyenler haklı galiba.’ İçinden ağır bir küfür etti, hem kendine hem de herkese. Beynini kemirmeye çalışıyorlar sanki. Müziğin sesini sonuna kadar açtı, fakat olmuyordu. Sesleri bastıramıyordu.

İşyerine az bir mesafe kala, ne müziğe ne de duyduğu seslere tahammülü kaldı. Arabasını uygun bir yer bulup bıraktıktan sonra bir çocuk parkına kendini zor attı. Nefesini toplaması da uzun sürmüştü. Kalbi o kadar hızlı atıyordu ki kriz geçiriyorum zannıyla panikledi. Sakinleşene kadar hiç kimseden utanmadan çimenlerin üzerine sere serpe uzanmayı düşündü fakat toprak ıslaktı. Vazgeçti. Oturduğu banktan da ses gelecek diye tedirginlikle bekledi. Hiçbir ses duymayınca sevindi.

Bir anda etrafını saran güvercinlere simitleri ufalayarak verdi. Az önce, simitçiden beş tane simit almıştı. En sevdiği hayvanlar güvercinlerdi. Ne zaman bir sahil kenarına gitse ya da böyle parklarda otursa onları başına toplamak için beslerdi. “Güzellikler, canlar, melekler…” Sevgisini nasıl ifade edeceğini bilemez oradan buradan duyduğu sevgi dolu sözcükleri söylerdi. Bir insan bir başka insanı veya başka bir varlığı nasıl sever bilmiyordu. Sadece kendi odasını, eşyalarını en çok da halısını seviyordu. Biraz da annesini. Hüznünü dağıtmak ister gibi saçlarını karıştırdı. “Keşke, annemle de kuşlara birlikte yem verebilsek. Hem güvercinlerle hem de annemle dertleşebilsem.”    

Gece yarısı olmuş, insanlar sokaklardan geçip evlerine dönmüşlerdi. O gün işyerine gitmemiş bir sürü bahane sıralayarak zor da olsa izin alabilmişti. Sonrasında da nereye olsa savrulan bir yaprak gibi dolaşıp durmuştu. Bilmediği mahallelerde daha önce görmediği evler arasında ne aradığını ne beklediğini düşünemeden ayaklarına kara sular inene dek yürümüştü. Artık o gürültülü kalabalıklardan duyulan her türlü ses susmuştu. Fakat bütün gün duyduğu garip sesler hâlâ peşindeydi. Yanından geçerken ıslık çalan ışıklı reklam tabelası, simit yerken dik dik yüzüne bakan kedinin miyavlamak yerine çıkardığı ses;

Miii miiii miiiiiiiii yuuuuhiiiiiiiii miiiiiiii mmmmiiiii

İsterse sabahlara kadar dolaşsın sonunda anladı ki bu garip seslerden kurtuluşu yoktu. Üstelik bütün vücudu ağrımaya başlamıştı. Gün içinde hiçbir şey yemediğini fark etti. Acıkmış ve üşümüştü. Biliyordu, eve dönmese kendisini merak eden olmazdı. “Kim bilir hangi cehennemde derlerdi.” Belki annem merak etmiştir diye cep telefonuna baktı. Tam da düşündüğü gibi ne mesaj ne de arama vardı. Yalnızca annesinin saatler önce, “Eve gelmiyor musun?” diye whatsapptan yazdığı tek cümle…  Sonrası yok.

Saat ikiye geliyordu eve geldiğinde. Anahtarın kilidin içinde dönerken çıkardığı sesle tedirgin oldu.  Ayaklarının ucuna basarak içeri girdi. Ev, kuyu gibi karanlık ve ıssızdı. Mutfaktan -kalan yemekleri bir bütün ekmeğin içine doldurduktan sonra- bir hırsız gibi süzülerek çıktı. Odasına girdiğinde kendini yatağının üzerine bıraktı. Gelen, giden, seslenen yoktu. Sandviçini yemek için kalktı. Bardağına su doldururken sürahi:

Ta ta tatata tiiiirrtrt tatatatatata taaaaaaaaaaa…

O tiz sesi duymamış gibi yaptı, tepki vermedi. Pes etmişti sonunda. Her zaman yaptığını yapacak, kimseye bir şey söylemeyecekti. Daha önce o hatayı işlemişti. Ona oda verdikleri zaman annesi yeni bir halı sermişti. “Ablandan kalan halı olmaz,” diyerek. Çok şaşırmıştı. İlk defa kendisine yeni bir şey alınmıştı. “Çiçekli nevresimlerini de alsaydı ya ablam.” dediğinde ise, “Ne o karizman mı çizilir?” diyerek gülmüşlerdi. Fazla üstünde durmadı, çünkü yeni halısı daha çok ilgisini çekmişti. O gece uykusu gelmeyince yere kocaman bir minder atıp televizyon seyretmek için uzandı. “Ne güzel desenleri varmış.” diye düşünerek halının yumuşacık tüylerinin arasında gözleriyle gezinmeye başladı. O geceden sonra da canı hiç sıkılmadı.

Halısının üzerinde gördüklerini -yani dostlarını- bir akşam sofrada ailesine anlatmaya kalkmıştı. Gecenin sonunda neredeyse Bakırköy’e yatırılacaktı. Allah’tan zamanında sözlerinden dönmüş ve şaka yaptım demişti. Babası,” Abinin uzmanlığını almasını kıskandın değil mi? Burnumuzdan getirmek için bunları uyduruyorsun. Sırf biz rahatsız olalım diye.” Annesi de, “O koskoca doktor oldu. Sen liseden mezun olamadın. Canımızı sıktın yine aferin sana.” diye azarlamıştı onu. Hepsinin yüzünde davetsiz bir misafire, istenmeyen herhangi birine bakar gibi bir ifade vardı. Babası elini, kalk artık sofradan demek olan bir hareketle ileriye doğru uzatmış. “Odana git hemen! Cezalısın. Bizimle pasta yemek yasak sana.” demişti. Ablası durumdan hoşlanmadığını anlatan sinirli hareketlerle saçlarını çekip duruyordu. Daha fazla bekleyememiş başka hiç kimsenin yüzüne bakmadan salondan çıkmıştı.

Haklıydılar. Güle konuşa yemek yerken ne demeye araya girmişti ki. Onlar mutlu ve kalabalık bir aileydi. Evin dördüncü çocuğuydu. Belki de bu yüzden onu fark eden pek olmuyordu. Kendi kendine büyümüştü sanki. Yemeği yedirilmiş, bakımı yapılmıştı ama ne annesinin ne iki ablasının kucağında bebekken yer bulabilmişti. Hepsinin hep çok işi vardı. İlgilenilmeden, özenilmeden büyümüştü işte. “Daha ne istiyorsun?” diyorlardı ona. Yediği mi eksikti, giydiği mi? Kendisinden sonra iki kardeşi daha olmuştu. Onlarda ne bir şikâyet ne de huzursuzluk vardı. “Bu evdeki tek ayrık otu benim galiba.” dedi içinden.

Bu gece tek istediği odasına gitmek, karnını doyurmak ve halısındaki arkadaşlarıyla dertleşmekti. İlk olarak televizyonu açtı. Gece lambasını yakıp iştahla sandviçini yedi. Işığı açmak istememişti. Kardeşlerinden birinin uyumadığını anlayıp odasına gelmesini istemiyordu. Küçük kardeşi çok yapışkan ve geveze bir çocuktu. “Hiç çekemem şimdi onu.”

Olabildiği kadar sessiz hareket ediyordu. Odasında yalnız kalabildiği zamanlar rahat ediyordu. Kendisine ait bu odayı ele geçirmesi de kolay olmamıştı. O pek kıymetli abisine, birlikte paylaştıkları odayı dar etmiş, yapmadığı pislik kalmamıştı. Kutu içinde kurbağa bile sokmuştu içeri. En sonunda, abilerinin geleceği konusunda endişelenen iki ablası, aynı odada kalmaya razı olmuşlardı. Böylece küçük ablasının odasına yerleştirilmişti. Şimdi bunları hatırlayınca keyfi yerine gelmişti. Yüzüne sinsi bir gülümseme yayıldı. Fakat gülüşünün dudaklarında donması saniyeler içinde oldu. Halısı yoktu. Yanlış görmüş olmalıydı. Yetersiz ışık yüzünden olduğunu düşünüp ışıkları açtı. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Tam da gördüğü gibiydi. Yıllardır odasında serili olan; sevdiği kadını, dertleştiği o köpeğinin başını okşayan yaşlı adamı, bir köşede sohbet eden kayıkçıları, süslü bir aynanın önünde saçlarını tarayan o neşeli kadını ve tüm dostlarını üzerinde yaşatan halısı yoktu. Onun yerine laciverte yakın koyu mavi bir halı vardı.  Ne yapacağını bilemedi. Bağırsa mı sussa mı bilemedi. O sırada halının sesini duydu.

Vuuuuuv vuuuuuuuuuuuuuuuu vuuvuvu vuuuuuuuuuuuuuu…

Bu sefer direnmedi artık. O sesten kurtulmaya çalışmadı. Mavi halının köşesine bağdaş kurarak oturdu. Bir daha göremeyeceği arkadaşlarının ardından ağladı. Kafasını bacaklarının arasına gömüp iki büklüm öylece kaldı. Ne kadar zaman geçtiğini anlamadı. Başını kaldırdığında sabah oluyordu. Uyuyup uyumadığına da karar veremedi. Gözleri yanıyordu, kafası bomboştu sanki. Yeni bir ses daha duydu. İlk defa anlamı olan bir kelime;

Geeeeeeeeellllllllllllllllllllll geeeeeeeeeeellllllllllllllllllllll gel…

Halının maviliğinde, hırçın dalgalar arasından bulunduğu yere doğru gelen devasa büyüklükte bir gemi gördü. İtiraz etmeye hiç niyeti yoktu. “Gel.” diyorlardı madem o da elbette gidecekti. Dolabına gizlediği, her şeyini yazdığı defterlerini aldı yanına. Başka bir şeye gereksinim duymayacaktı, biliyordu. Şöyle bir göz gezdirdi geride bırakacaklarına. Hiçbir üzüntüsü yoktu. Prensesini bile bu kadar çabuk unuttuğuna şaşarak ama mutlu bir halde kendisini almaya gelen gemiye bindi.