SENİN GELİŞİNLE…
Öykü: Sevda DENİZ K.
Mutfağın ortasında elinde bıçakla niye durduğunu bilmiyordu. İçi boşalmıştı sanki. Bir dakika öncesi yoktu. Hatırlamıyordu. Gözü masaya ilişti. Maydanozlar beyaz porselen tabakta, çay ince belli bardakta, zeytin, peynir ve çeşitli kahvaltılıklar el sürülmemiş olarak kahvaltı sofrasında öylece duruyordu. Dizleri titriyordu. Omuzlarında ve ellerinde başlayan bir uyuşma bütün vücudunu sarmaya başlayınca en yakınındaki sandalyeye çöker gibi oturdu. Bıçağı masanın üzerine bıraktı. Başı ellerinin arasında bir süre öylece kaldı.
Derin bir uykudan uyanır gibi ani bir hatırlayışla içinde olduğu âna döndü. Yemek yapmak öiçin saatlerdir oturduğu yerden kalktı. Kesme tahtasının üzerindeki eti yıkadı, doğradı. Buzdolabından kabak, patlıcan, biber ve salçayı çıkardı. O sırada çalan telefonu açmadı. Elindeki işi bırakıp mutfak penceresinin önüne kumrular ve güvercinler için yem koydu. Kulağı kuşların kanat seslerinde, sebzeleri doğramaya başladı. Toprak güvecin içine eti atıp kavururken, “Bu kadar sebzeyi niye doğradım, neden yemek yapıyorum ki?” diye düşündü.
“Bu akşam yemeğe gelen olmayacak.”
Hande bir önceki akşam kızlarına, babalarıyla ayrılma kararı aldıklarını söylemişti. İki kızının gözlerinin içine bakarak, ayrılıkları hakkında ne düşündüklerini gözlerinden okumaya çalışmıştı. Olanları umduğundan daha olgun karşılayan kızları; genç kadın için, hayata geri dönmek demekti. Büyük kızı tek kelime etmeden sarıldığında, annesine sevgisini iliklerine kadar hissettirmişti. Küçük kızının “Anneciğim” derken sesindeki okşayış, kafasının içindeki bütün gamlı baykuşları ait oldukları karanlığa göndermişti.
Rahatlamıştı.
Umut, rengârenk bir kuş olarak gelmişti. Hande, kulaklarında çınlayıp duran Vedat’ın buz gibi keskin, soğuk cümlelerinden kurtulmak için gözlerini kapattı. Kendini yatağının ılık ferahlığına ve sonra uykuya bıraktı. Gece kim bilir kaç defa uyandı. Renkli kuş, bazen uçtu gitti omuzlarından. Fakat her defasında kanatlarında başka renkler taşıyarak yeniden geldi. Yemek yapmaktan vazgeçti. Ocağı kapattı. Yere, halının üzerine çöktü. İpleri aniden bırakılmış bir kukla gibi hareketsiz kaldı. Kendisine yıllar önce yaşanmış gibi uzak gelen sabaha döndü O sabah kahvaltı etmeleri için masayı hazırlarken yanına gelen Vedat’a, imzaladığı boşanma evrakını vermişti. Kocası dudaklarında yarım bir gülümsemeyle, ona değil de kâğıtlara bakarak “Sonunda… İkimiz de özgürüz,” dedikten sonra;kağıtlardan başını bir an kaldırmadan, göz ucuyla onu süzmüştü. “Çocukları da alıp birkaç günlüğüne gidiyorum.
Biz dönünceye kadar umarım gitmiş olursun.”
O sırada okul kıyafetleri ile mutfağa gelen kızlarına, “Kızlar bugün okula gitmiyorsunuz. Merak etmeyin ararım müdürlerinizi,” demişti Vedat “Neden?” diye soran gözlerle kendisine bakan kızlarına, o her zamanki karşı konulamaz otoriter sesiyle, “Birkaç günlüğüne gidiyoruz. Hadi hazırlanın sizi salonda bekliyorum.”
Vedat kızlarını, kahvaltı etmelerine fırsat vermeden neredeyse çekiştirerek evden çıkarmıştı. Adamın yüzündeki sinsi ifade, genç kadının yüreğinde tarif edemediği bir duygunun kirli, dolaşık ve çözülemez karışıklığıyla kaldı.
Annesi, babası ve kardeşleri yıllarca mutsuzluğunu sessizce seyretmişlerdi. Yalnız, Hande onların kalıplarının dışına çıktığında birden öfkelerini onun üzerine kusmuşlardı. Ayrılmak istemesi manasızdı. Başka bir adamı, Okan’ı sevmesi ise en büyük günahtı ailesine göre. Oturduğu yerde bedeninin balon gibi şiştiğini, kendisine dokunulduğu an patlayarak parçalara ayrılacağını hissediyordu. Kımıldayacak gücü yoktu ama düşüncelerinin onu kuşatmasına engel olamıyordu. O sırada telefon yeniden çalmaya başladı. Açmadı. Arayanın Okan olduğunu biliyordu. Sesindeki huzursuzluğun sevdiği adama bulaşmasını istemiyordu. “Onu biraz sonra ararım,” diye düşündü. Neden bu kadar mutsuz olduğunu düşünmeden
edemiyordu. “Mutlu olduğu bir zaman var mıydı?” diye, kendine sordu. Üniversiteden mezun olduğunda, evlendiğinde, çocukları dünyaya geldiğinde… Anne olmanın tatlı telaşını bile yaşayamadığını kırık, ince bir sızı olarak hissetti. Kendine verecek bir cevabı yoktu.
Midesi bulanmaya başladı.
Annesi eve geldiğinde, Hande’yi yerde yarı uyur bir hâlde buldu. “Hak ettin başına gelenleri,” diye söylendi. “Ne vardı düzenini bozacak sanki. Laf dinlemezsin ki.” Fakat yine de içi elvermedi kızını öylece bırakmaya. Zorla da olsa yerden kaldırdı. Odasına götürüp yatağına yatırdı. Kızının uzun kahverengi saçlarında tek tük aklar oluşmaya başlamıştı. O anda içine dolan şefkatle onun güzel, ıslak yüzünü okşadı. Ardından Hande’yi
sessizce ağlarken bıraktı. Ona hiçbir şey sormadı. Alacağı cevapların kendisinde karşılığı yoktu. Düşünmekten kaçmak için bir şeyler yapması, kendini oyalaması gerekiyordu. Yarım bırakılmış yemeği pişirdi. Kocasını arayarak akşam gelmesini söyledi. Sonra kahve yapıp salona geçti. Tam sigarasını yakmaya hazırlanırken kapı çaldı.
Okan, sol elini zile uzatırken sağ elini yumruk yapıp kalbinin üzerine bastırdı. Kalbi o
kadar hızlı atıyordu ki nefesi kesilir gibi oldu. Zili çalmaktan vazgeçip iki adım ötesindeki
asansöre yöneldi. Birkaç adım attıktan sonra gitmekten vazgeçti. Yüz yedi numaralı dairenin
kapısına doğru geri adım attı. Eğer, Hande’nin elinden tutup bu evden çıkaramazsa, bir
daha cesaretini toplayamayacağından korktu.
Genç adam, öğlene doğru evinden çıkmıştı. Endişeli ve tedirgindi. Etrafına mağrur ve kibirli bakan bu plazanın yirmi sekizinci katına gelene kadar hızla yaşlandığını hissetmişti. Oysa evinden çıkarken her saldırıyı karşılamaya hazır, kendinden emin ve başı dikti. Hande’yi ilk aradığında cevap alamayınca omuzları düşmüş, ikinci defa ettiği telefon da açılmayınca genç kadının vazgeçmiş olabileceğini düşünüp paniklemişti. Sakinleşmek ve sağlıklı düşünebilmek için sahil yolunda arabasını durdurdu. Camı açıp sokağın deniz kokan havasını içine çekti. O sırada arabasının yanından bisikletiyle geçen bir kız çocuğu ona gülümsedi. Az ötede, iki sevgilinin bir simidi paylaşmasını izledi. Onların mutluluğundan kendisine pay çıkardı. “Ne olursa olsun sevmek güzel.” dedi. Arabasını tekrar çalıştırırken telefonu çaldı. Hande arıyordu. Sevindi. Son iki aramasına cevap vermeyince nasıl korktuğunu hatırladı. Elleri titreyerek telefonu açtı. Derin bir sessizlik, ardından kırılgan bir ses: “Seni bekliyorum Okan, çıkmaya hazırım,” dedi. Hande’nin annesi tam kapıyı açmak için yerinden kalkmıştı ki kızı, odasından iki büyük valizle çıktı. Şaşkın şaşkın odanın ortasında kalan annesinin sorgulayan gözlerine aldırmadan gidip kapıyı açtı.
Annesi onu odasında yalnız bıraktıktan sonra Hande, hiç vakit kaybetmeden kendisini tatlı bir uyuşukluğa doğru sürükleyen yatağından çıkmıştı. Odasının duvarlarına da sinmiş olan kocasının soğuk ve sinsi bakışlarını, üzerinden toz gibi havaya savurup attı. Yıllardır yaşadığı bu evde bir saat daha durmak istemediğinden emindi. Aylardır bir köşede bekleyen valizlerini çıkardı. Önceden ayırılıp hazırlanmış eşyalarını valizlere yerleştirdi. Yıllardır yatak odasında, ona sessizce arkadaşlık eden sarı, kadife kaplı koltuğuna son kez oturdu. Camı açıp gökyüzüne baktı. Nefesini tüm yüklerinden kurtulur gibi havaya bıraktı. Okan’ı aradı…
Annesine rağmen verdiği karardan dönmeyecekti. Bir kere yapmıştı o hatayı. Yıllar önce daha kızları küçükken, eşinin hayatında kendisininfazla olduğunu anladığında… Başka bir
kadın hayatlarına girdiğinde…
Ayrılmak istediğini ilk annesine söylemişti. Annesi gülerek, “Ne var ki bunda, babanın hayatından kaç kadın geçmiştir. Hukuk bürosunun koridorları dile gelse de anlatsa bize babanın ziyaretçilerini,” demişti. Çünkü ağzından çıkacak her cümlenin havadaki oksijeni yok edecek ve nefesini tıkayacak bir cevabı olacaktı. Biliyordu. Annesi, “Eninde sonunda döneceği evidir,” dediğinde, “Ne kadar ikiyüzlüsün,” de diyememişti. Annesinin, üniversiteden öğretim üyesi arkadaşları ile konuşurken nasıl değiştiğini; kadın haklarından dem
vururken mangalda kül bırakmadığını ise yüzüne vuramamıştı. Böyle bir kadın olmayacağına yemin ederek susmuştu sadece. Ayrılmak için attığı ilk adımda tökezlemiş, durmak zorunda kalmıştı. Annesinin, ezberlenmiş söylemlerine… Kocasının, çocuklarıyla tehdit etmesine… Çalıştığı şirketin, tam o sırada iflas etmesi yüzünden, işsiz kalarak girdiği çıkmaza…
Yenilmişti.
Hande, kapıyı açtıktan sonra dönüp annesine baktı. Bakışlarındaki kararlılık annesini susturmaya
yetti. Birbirlerine tek kelime etmeden sessizce vedalaştılar. Hande’nin ardından annesi, asla yüzüne söyleyemeyeceği dua ve temennileri, kızı için sessizce içinden geçirdi.
Kalbi inkâr etmiyordu kızını…
Arabaya binerken küçük kızı arayıp “Anneciğim, sakın ben ve ablam için endişelenme. Ablam, henüz seninle konuşmaya hazır değilmiş, fakat seni çok sevdiğini söylememi istedi. Yakında senin yanında kalmaya da geleceğiz üzülme,” dediğinde içi mutlulukla doldu.
Hayata yeniden başlamaya hazırdı artık.
“Sen kurumuş toprağa yağan yağmur gibisin. Sen bendeki karanlığı kendi içindeki aydınlıkla harmanlayıp bana yeni renkler hediye edensin. Sen güldüğünde, hiç açmayacak sanılan çiçeklere de renk verensin. Sen ellerimden dökülen duaları kendi dualarına katansın. Mutluluk; ellerinin sıcaklığı, bakışlarındaki sahipleniş ve varlığın…
Ve ben hayatımın sonuna kadar seni sevmeye yemin ederken seninle bakıyorum, bulutların ardından göz kırpan güneşe.”