UÇURUM
Öykü: Gül Tanrıverdi
İçimdeki boşluğun adı yok. Dalgası olmayan durgun bir deniz gibiyim. Bu kıpırtısız hâl beni eritiyor. Ruhumun solgunluğu gözlerime yansımış; gri renkte iki tane taş gibi görünüyor yüzümde. Canım yanmıyor acı da çekmiyorum. Suyun içine dökülen birkaç damla zeytinyağının üste çıkması gibi ruhum çıkmışta yukarıdan beni seyrediyor.
Hiçbir yere sığamıyorum. Tek istediğim kaçmak nereye olduğunu bilmeksizin kaçmak. Yollara vurdum kendimi ayaklarım yoruluncaya kadar yürüdüm. Yokuşları tırmandım. Bastığım toprağa bakmaksızın etrafımda neler olduğunu hiç merak etmeden yokuşu çıktım. Nefes nefese kalmasam yaşadığımı anlayamayacağım.
İşte şimdi bir dağ başı yalnızlığındayım.
Bir kenarı uçurum diğer kenarı kayalıklara yaslanmış bu yere içimdeki boşluğu fırlatıp atacağım. Gözlerimi alabildiğince uzağa ufkun bittiği yere kilitleyip uzun süre öylece kaldım. Yaşadığım onca olayı ve onun gitmesini düşündüm.
Her şey onun gidişiyle başladı. Avuçlarımın arasından kayıp gitmişti. O gün o saatte ayaklarımın altından dünya bir halı gibi çekilmişti de boşluğa kaymıştım. Orada kayboldum. Betona çarpmış ve parçalanmış bir ruhla dolaşıyordum ortalık yerde. Herkes bir şeyler söylüyordu ama ben duymuyordum. Gözlerime kıymıklar batıyor açmaya çalıştıkça kapanıyordu. Akışkan bir sıvı beynimin içinden ılık ılık akıyor göğüs kafesime gelince yapışıp kalıyordu. Binlerce “Ah” çekiyordum kimseler beni duymuyordu. Sonunda karanlık bir tünelde kendimi buldum. Ne ilerisi ne gerisi yok.
Şimdi ondan kalan boş bir yatak, boş bir oda ve ruhu boşalmış bir ev…
Uçurumun kıyısında bulunan koca gövdeli ağaca baktım. Benim gibi çok yalnız olduğu belliydi. Kaç yıldır bu dağın tepesindeydi. İkimizde kimsesizdik. Yanına gidip gövdesinde elimi gezdirdim. Kabukları kabarmış bazı yerlerinde yarıklar açılmıştı. Yarıklardan sızan damlalar vardı ve parlıyordu. Parmaklarımla dokunduğumda yapışkan bir sıvı olduğunu anladım.
“Koca ağaç” dedim.
“Bunlar senin gözyaşların mı? Ne zamandır burada yalnız başınasın?”
“Keşke konuşabilseydin.” dedim ellerimi gövdesinde gezdirirken.
Başımı kaldırıp heybetli dallarına baktım. Öyle uzundular ki gökyüzüne ulaşmak için koşuyorlardı sanki. Dalların arasında göz gezdirirken gözüme kalınca bir urgan çarptı. Demek buraya daha önce birileri gelmişti. Ona uzanıp almak oldukça zordu. İhtiyacım olan şey bu urgan olabilirdi. Etraftan topladığım taşları üst üste koyarak ağacın dallarına tutundum. Saç ayağı gibi ayrılan gövdesindeki bağlantıya ayağımı koyarak kendimi sağlama aldım. Elimle uzanacağım mesafeye gelmiştim. Derin nefes alarak urgana uzandım. Dokunmamla birlikte bir şelale gibi yere boşaldı. Heyecanlanmıştım.
Ağaçtan indim. Daha önce gelen kişi veya kişilerin bu urgandan salıncak yaptığını anladım. Koca ağacın benim zannettiğim gibi yalnız kalmadığını düşününce: “Demek benim kadar yalnız değilmiş.” diyerek içim burkuldu. Ne kadar bencilce düşünüyordum. Kendime kızarak koca ağaçtan af diledim. O da bizim gibi canlıydı ve beni duyduğuna inanıyordum.
Salıncak, uçurumla ağacın gövdesi arasındaki dala kurulmuştu. Bu tehlikeli yere kuran kişinin heyecandan hoşlandığı belliydi. İçimde kabaran bir coşku hissettim. Uzunca bir süre elimdeki salıncağa ve önümde uçsuz bucaksız uçuruma baktım. Gözlerimi kapatıp hayal kurdum.
Salıncağa oturduğumda kararımı vermiştim. İpin kopma ihtimali olduğunu biliyordum. Bu düşünce beni korkutmadı. İçimdeki durgun deniz dalgalanmaya başladı. Başımdan aşağıya ateş kesildim. Sallanmaya başladım. Önce yavaştan sonra hızlanmaya başladım. Artık uçurumla kayalık arası açılmaya başladı.
Hızlandım.
Hızlandıkça içimdeki boşluk dolmaya başladı.
Gözlerimi kapadım.
Hızlandım.
Hızlandım.
…