SANRILAR ARASINDA
Öykü: Gül Tanrıverdi
Zifiri karanlığın içinde bir çift göz gördü Asiye. Bütün benliğini kavrayan sarıp sarmalayan bu gözler, onu etkisi altına almıştı. Yatağının içine oturmuş gözlerini kırpmadan beliren parıltıya bakıyordu. Karanlık, ayrışmaya başlamış yerini bir çehreye, uzun saçlara sonra incecik bir bedene bırakmıştı. Artık gözlerin sahibiyle karşı karşıyaydı. Dudaklarında belli belirsiz bir gülümsemeyle kendisine bakan bu yüz, onu yıllardır tanıyormuş hissi verdi ona.
“Yalnız değilsin ben varım.” diyen sesi kızın içini ısıttı ve ilk defa ürpermeden kâbus görmeden uykuya daldı.
Gözlerini açtığında etrafına bakındı, görmek istediği o yüzü aradı kız, göremeyince gözlerini tavana dikti. Yatağından kalkmak istemiyordu. Eğer kalkarsa; yakasına yapışan o sıkıntının, kaygıların, ümitsizliğin ve yok saymak istediği her ne varsa hepsinin etrafını sarıp sarmalayacağından korkuyordu. Saklanmak, kaybolmak istediği tek şeydi.
Suçluluk duygusu yüreğine yapışmış kurtulamıyordu. Ona karşı her zaman öfkeli olan annesinin sesini duymaktan, onunla aynı evin içinde bir yabancı gibi yaşamaktan yorulmuştu. Beynini parçalara bölen, yerle yeksan eden o sözleri yok muydu canını alsa daha iyiydi.
“Bütün suçlu sensin! Sen olmasaydın ona bir şey olamayacaktı.” Bıkmadan usanmadan tekrarlanan bu sözler boynuna bağlanmış bir ipin sürekli sıkılması gibiydi.
Annesinin sözleri önce yüzüne çarpardı sonra kelimeler bir bir dökülürdü avuçlarına. Öfkesini kustuğu bu sözlerin sevgi sözcükleri olup avucunda çiçek gibi açmasını isterdi Asiye ama olmazdı. Her seferinde ezilip ufalır bir toz zerresi gibi hissederdi kendisini.
Ses yükseldikçe gözlerini sımsıkı kapatıp kendini sıkar, başında şimşekler çakar gözlerinin etrafında ışıklar saçılırdı. Işıklar dehlizlere dönüşür o dehlizlerin içinde kaybolur giderdi kız. Yatağında bir sağa bir sola döndükten sonra çaresiz kalktı. Yüzünü ekşiterek üstünü değiştirdi. Pencereyi açarak derin bir nefes aldı sonra tüm nefesini sıkıntılarıyla birlikte dışarı boşalttı.
Tek kişilik koltuğun altına sakladığı battaniyeyi çıkarıp açtı. İçinin boş olduğunu görünce heyecana kapıldı. Eğilip koltuğun altına bir daha baktığında boş olduğunu gördü.
“Bebeğim neredesin?” diye iç geçirdi. Titreyen parmaklarını ağzına götürüp etlerini dişlemeye başladı. “Kaybettim onu da kaybettim tıpkı kardeşim gibi” diye söyleniyordu bir yandan da. Bu sırada parmaklarının acısını bile hissetmedi.
Omzuna dokunan elle irkildi. Kafasını kaldırıp baktığında artık çok iyi tanıdığı o yüz karşısındaydı. Bir an ferahlar gibi hissetse de yine acıya gömüldü.
Eliyle arkasına sakladığı bebeği yavaşça çıkarıp Asiye’ye uzattı.
“Korkma! Bebeğin kirlenmişti onu alıp temizledim.” dedi gülümseyerek.
Gözleri fal taşı gibi açıldı kızın:
“Onu yıkadın mı yoksa?” dedi telaşla sonra elinden çekip aldı.
“Yıkamışsın!” dedi hüsranla.
Pencereden gelen esinti odaya savruldu. Önce saçlarını sonra yanaklarını okşayıp odaya serinlik verdi ve pencereden çıkıp gitti.
Gözlerini ona çevirerek adını sordu. Kız, saçlarından bir tutamını parmağıyla evirip çevirdikten sonra adının “Nil” olduğunu söyledi.
“Nil bir nehir ismi değil mi? dedi Asiye. Başını sallayan kız ona elini uzatarak: “Korkma ben senin dostunum.” dedi.
Yere bıraktığı bebeğe bakarak: “Dostum musun? Öyleyse neden yıkadın bebeğimi?” dedi öfkeyle.
“Hâlâ ıslak, onu kurutup ısıtmam gerek yoksa…” diye fısıldadı kendi kendine.
“Yoksa ne olur Asiye kardeşin gibi o da…” dedi Nil.
Hançerlenmiş gibi bakan kız sustu, susunca içinde sesler yükseldi, yükseldi ve bir kasırga gibi esti gürledi. Bebeği bağrına basarak haykırdı:
“Ben, ben onu yıkamak istemiştim sadece temizlemek… Bilemezdim ki… Hem sen nereden biliyorsun olanları? Kardeşimin başına gelenler onun başına gelmeyecek, anladın mı?”
Başını salladı Nil, kuşkulu gözlerle bakan kıza elini uzattı.
“Tamam, sakin ol. İstersen hep beraber buradan gidebiliriz.” dedi.
Sarsılarak ağlayan kız yere oturup öylece ona baktı. Ne yapacağını bilmiyordu. İçinden sürekli geçirdiği ama hep korktuğu bu fikre bir süre cevapsız kaldı. Kalbi; bir kuşun kafesinden çıkmak için kanatlarını çırpması gibi bedeninden çıkmak istiyordu.
Birden yerinden fırladı. Aceleyle bebeği battaniyeye sararak kucağına aldı. Annesinden ve bu öfke yuvasından kaçamaya hazırdı. Nil’e: “Gidelim” dedi.
İnce duvarlar ardından gelen seslere uyandı kadın. Uyku mahmurluğunu atıp gelen sese kulak kabarttı. Asiye’nin odasından mı yoksa komşudan mı geldiğini anlayamadı. Giyinip odasından çıktığında ses azalmış mırıltıya dönüşmüştü. Yılgın ve yorgun bedenini sürükledi banyoya, yüzüne suyu serptiği an gözyaşları boşaldı. Suyla karışan damlalar lavabo deliğinden akıp gitti.
Bebeğini kaybedeli uzun zaman olmuştu ama kabullenememişti. Aynaya her baktığında bebeğinin nurlu yüzünü görüyordu. Sonra birden Asiye geliyordu aklına, keskin bir öfke beliriyordu gözlerinde, onu affedemiyordu oysa o da evladıydı.
Banyodan çıktığında ağlamanın sersemliği kuşatmıştı başını. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen mırıldanmaları yine duydu.
Evin içinde şöyle bir dolandı Asiye’nin odasısın kapısına gelince durup biraz bekledi. Odanın kapısını açtığında ne yapacağını bilemedi. Asiye bağrına bastığı bebekle konuşuyordu. Gözlerini yuvasından çıkacakmış gibi açtı kadın. Önce idrak edemedi gördüğü manzarayı. Bağrına bastığı bebeğe canlıymış muamelesi yapan kızının yanında biri varmış gibi konuşması kadını ürpertti. Beynine hücum eden öfkeyi dizginlemek için eliyle ensesini sıktı. Kız, annesinin geldiğini hiç fark etmedi ta ki elindeki bebeğin çekilip alınmasına kadar. Sonra bir feryat kopardı kadın, duvarlar yıkıldı sanki kızın başına.
Sesi; sessiz sokağın içini dolaştı, karşı komşunun camına yapıştı, balkonda salınan çiçeklerin yaprakları titredi. Pencerelerden kafalar uzandı kimse ne olduğunu anlayamadı tekrar kapatıldı. Kadın:
“Bu bebek neyin nesi? Kardeşini de oyuncak mı sanmıştın ha söyle?” diye bağırıyor sözler ağzında bomba gibi patlıyordu.
Asiye elleriyle kulaklarını kapamaya çalıştıkça şimşekler çakıyor, ışıklar kıvılcım halinde gözlerine batıyordu.
Gözlerini aralayıp Nil’i görmeye çalışıyor fakat etrafını sarmış bir sürü insan görüyordu. Kısa bacaklı uzun yüzlü insanlar onu çekiştiriyorlardı. Annesinin elinden bebeği almaya çalışırken yere düşen Asiye iyice dengesini kaybetmişti.
“Nil ne olur kurtar beni.” diye ağlıyordu.
“Nil kim? Çabuk söyle.” diye bağıran kadını kız artık duymuyordu.
Kadın kızın yüzünü kendine çevirdi yine sordu cevap alamadı. Kız korkudan iki büklüm olmuştu. Annesine baktığında gördüğü artık annesi mi yoksa başka biri mi kavrayamıyordu.
Elini uzatmış olan onu gördü birden: “Tut elimi hadi, gidelim.” diye seslendi ona.
Yerinden sıçrayarak kalktı kız hızla kapıyı açtı. Nil’in elinden tutup koşmaya başladı. Kadın perişan bir halde kapının ağzına yığılıp kaldı.
Karanlık basmış sokaklar boşalmıştı. Asiye koştu koştu. Sıkıca sarıldığı bebeğiyle karanlık sokaklardan geçti, yokuşları indi. Artık korktuğu hiç kimse yoktu. Özgürdü. Çıplak ayaklarına batan taşları da hissetmiyordu. Acı olarak ne varsa içinden bir rüzgâr geçmiş serinlemiş ve hafiflemişti.
Nil’in dur dediği yerde durdu kız. Soluksuz kalmıştı. Nereye geldiğinden haberdar değildi.
Dalgaların ahengiyle hareket eden suya baktılar. Işık huzmeleri yıldızların pırıltıları gibiydi. Bu iki varlık sudaki ışıltıları seyrettiler.
“İşte özgürlük burası Asiye” dedi kız. Gülümseyerek baktılar birbirlerine.
“Burası Nil nehri mi yoksa? Tıpkı senin ismin gibi” dedi diğeri. Başını sallayan kız:
“Ne çok yıldız var suyun yüzünde, hadi atlayıp toplayalım onları.” dedi sevinçle.
Coşkuyla bağıran Asiye:
“En çok ben toplayacağım yıldızları.” dedi kendini suya bırakırken.